Ahmet Doğan İlbey

Ahmet Doğan İlbey

Kuşların Dili

Kuşların Dili

(Gönlümde yatanın kim olduğuyla ilgili yârenlik eden, görür ve bilirliğinden korktuğum aziz dost Tayfun Göktürk’den bu yazıda nâmı geçen kuşlardan hangisine meylettiğimi veya hangisini kuşanmaya gücümün yetebileceğini bilip dilinde tutması dileğiyle)

Kuşların hikâyesini, mutasavvıf Feridüddin Attar’ın (Ö.1221) Kuşların Dili mânasına gelen Mantıku’t Tayr adlı kitabından gönül tâlim niyetine derleyip âciz kelimelerimle üslûba çekmeye çalıştım. Mantıku’t: nutuk, söz, kelâm mânasına gelir. Tayr, kuşun çoğuludur. Dolayısıyla Makamat-ı Tuyur; kuşların makamları demektir ki, tasavvufta yüce mertebeler mânasına gelmektedir. Bu tasavvufu hikâyeye göre kuşlar, sâlikleri temsil eder. Hüdhüd, kılavuz, yâni mürşiddir. Simurg (Otuz kuş-Anka), Allah’ın zuhûrudur. Allah ve varlık anlayışını vahdet-i vücut anlayışı üstüne kuran Attar, her şeyin Yaradan’dan tecelli ettiği anlayışıyla, sâliklerin mâşukla ( âşık olunan Yaradan) birlik olma gayretini ve hâllerini mesnevî tarzında yazmıştır.

Attar’a göre, yazdığı şu mısraları anlamayan sâlik olamaz: “Senin için kuşların dilini bir bir saydım / Ey bilgiden mahrum kişi anla bunları / Âşıklar arasında hür olanlar bu kuşlardır / Ölüm ânından önce kafesten kurtulmuşlardır.”

Kuşlar, Yaradan’ın zuhûratına ulaşmak isteyen sâliklerdir. Seyr ü sülûk içinde olan kuşların hakikat yolculuğundaki hâlleri içimizde yaşattığımız hâllerdir, yani her birinde bir parça kendimiz varız. Öyleyse kalp kulağımızı vecd ile aşk çağına, yani kuşların Simurg’a ulaşma gayretine verelim:

HAK KUŞLARININ HİKÂYESİ
Dünyada ne kadar kuş varsa bir araya toplanırlar. Kendilerine padişah ararlar. “Ülkelerin padişahları var, nasıl olur da bizim padişahımız (Hak-mâşuk) olmaz” derler. Hüdhüd Kuşu (şeyh) kuşların mürşidir. Kuşların hepsi de, Simurg’u canı gönülden görmeyi arzu ederler. Görmek istemelerine rağmen, gönüllerindeki dünyevî arzuları onların Simurg’a gitmelerini engellemektedir. Bu arzularını mazeret olarak öne sürerler. Hüdhüd’ün sırtında tarikat elbisesi ve başında hakikat tâcı vardır. Hz. Süleyman’ın postacısı olduğunu belirterek kuşların Simurg adında bir padişahları olduğunu söyler ve kuşlara seslenir:

KUŞLARIN MÜRŞİDİ HÜDHÜD: “ALLAH KAPISININ ÇAVUŞU BENİM”

“Ey kuşlar! Allah kapısının da, gayb âleminin de çavuşu benim. Allah kapısından haberim var. Yaratılış sırlarını bilirim. Gagasında besmeleyi taşıyanın sırlardan haberdar olmasına şaşılmaz. Ben halka boş vermişim, padişah derdiyle uğraşmadayım. Hz. Süleyman’la yoldaş olmuş, bu âlemi dönüp dolaşmışım. Bu yüzden padişahımı bilmişim, ama huzuruna yapayalnız nasıl gideyim? Kudretim yok. Bana yoldaş olursanız, padişahın kapısının bekçisi olursunuz. Oraya ulaşmak zor ve zahmetlidir. Bir dağ var ki ona Kafdağı derler; onun ardında bir padişahımız var, adı Simurg’dur. Kuşların padişahıdır. Canlar saçın da yola ayak basın, ayaklar vurup oynaya oynaya başınızı o kapıya koyun.”

KUŞLAR ÖNCE BAHANE BULDULAR

Kuşlar önce bahane buldular. Hüdhüd’ün huzuruna geldiler ve yola koyuldular. Fakat yol pek uzundu, menzil pek uzaktı, herkes gitgide yoruldu, hastalandı. Gitmek istiyorlardı, ama her biri türlü mazeret bulmaya başladı. Öyle ki deli bülbül sarhoş sarhoş geldi. Öyle âşıktı ki, kendinden geçmişti. Dedi ki: “Aşk sırları bende tamamlanmıştır. Her gece aşk sırlarını tekrarlarım. Ney’deki feryat, benim sözlerimdendir. Uzun zamandır hiçbir samimi göremedim. Bana eş olacak bir kimse bulamadım. Onun için sırrımı söylemiyorum. Ben de gülün sevdası var, bu sevda bana yeter. İstediğim ancak güzelim gül. Bir bülbülün Simurg’a gitmeye gücü yetmez. Bülbüle bir gül sevdası yeter.”

Hüdhüd: “Ey dıştan görünene kapılıp kalmış olan! Gülün aşkı, seni nice dikenlere uğrattı, neler etti. Kâmiller geçici bir şeye sevdalanmaktan usanırlar.”

Dudu Kuşu da gönülsüzdü: “Taş yürekli ve adam olamayan kişiler benim gibi güzel bir kuşu tutup demir kafeslere hapsediyor. Ben de demir zindanda Hızır’ın ab-ı hayatının sevdasıyla yanıp eriyorum. Ben kuşların Hızır’ıyım, ondan dolayı yeşiller giyinmişim. Belki Hızır’ın içtiği ab-ı hayatı ben de içerim. Benim Simurg’a varmaya kudretim yok, bana ab-ı hayattan bir içim su yeterli.”

Hüdhüd: “Can, sevgiliye verilmek içindir. Ab-ı hayat istiyorsun, fakat canını da seviyorsun. Yürü! Sen bir deriden ibaretsin. Canı ne yapacaksın? Ver sevgiliye.”

Tavus Kuşu’nun bahanesi: “Gaybın süsleyicisi beni bezeyeli, Çin ressamları şaşırdılar, ellerinden kalemleri düştü. Ben kuşların Cebrail’i idim, ama başımdan bir kaza geçti. Bir yerde çirkin yılan benimle dost oldu da bu yüzden hor görüldüm, cennetten kovuldum. Ben padişaha ulaşacak adam değilim, kapıcısına erişeyim yeter. Simurg’la ne alışverişim olacak? Yalnız cennetin yolunu bulayım yeter.”

Hüdhüd: “Ey yaptığı iş yüzünden yolunu yitiren, padişahtan bir yurt isteyen azgın! Cennet nefis yurdudur. Allah kapısı ulu bir denizdir. Orada cennetler küçücük bir katredir. Adamsan tamamıyla bütün kesil, bütün iste, bütün ol, bütün gör.”

Kazın mazereti: “Hiç kimse iki âlemde de benden temiz yüzlü bulunduğunu haber vermemiştir. Her an temizlenmekteyim. Seccademi suya sermişim, benim gibi kim su üstünde durabilir? Kerametlerimde şüphe yok. Kuşların sofusuyum. Daima hem elbisem temiz, hem yurdum. Susuz âlemde duramam ben. Azığım da, varlığım da sudandır. Orada su yok, karada nasıl olur da muradıma erişebilirim. Vadiyi aşıp Simurg’a nasıl ulaşırım? İnsanın kıblesi su olursa Simurg’dan ders almasına imkân mı var? “

Hüdhüd: “Ey sudan hoşlanan! Bir damlacık su gelmiş de senin yüzünün suyunun alıp götürmüş. Su, yüzü yıkanmamışlara lâzımdır. Sen de yüzü kirli bir pis adamsın, yürü, durma su ara!”

Nefsi galebe çalan Kekliğin bahanesi: “Ben mücevher elde etmek için dağlarda, bayırlardayım. Daima madenlerin etrafında döner, koşarım. Mücevher sevgisi yüreğime öyle ateş saldı ki, bana bu aşk ateşi yeter. Kırık taşları yutan, taşlar üstünde uyuyan kişinin Simurg’a gitmesine ne lüzum var? Mücevher saltanatı daimidir. Mücevheri olmayan adam ne işe yarar?”

Hüdhüd: “Ey mücevher gibi renklere bürünmüş keklik! Bu topallığın nedir? Mücevherin aslı nedir? Renklere bezenmiş bir taş. Sen de bir taşa sevdalanmışsın. Hz. Süleyman’ın yüzüğündeki taş yeryüzünün en değerli mücevheridir. O yüzükle âlemin saltanatını bulup hükme geçirdi. Fakat o mücevher yüzünden peygamber olduğu halde yine de cennete, diğer peygamberlerden beş yüz yıl sonra girecek. Mücevher onun yolunu kesti, ona bağ oldu.”

Kendini padişah sanan, dünya gururundan ne konuştuğunu bilmeyen Hüma Kuşu dedi ki: “Ey deniz ve kara kuşları! Ben öbür kuşlara benzemem. Yüce mertebelere uğramışım ben. Yaratılışta yüce yaratılmışım, Köpek nefsimi daima horlar, kemik veririm. Feridun’la Cem, yüceliği benden bulmuştur. Padişahlar benim gölgemde yetişirler. Kanadımın gölgesi kimin üstüne düşerse onu padişah yaparım. Benim şevketimden nasıl olur da kaçılırmış? Âsi Simurg, nereden benim dostum olacak? Padişahlık benim işim. Padişahları padişah eden benim; bu, bana yeter.”

Hüdhüd: “Ey gurura bağlanmış olan! Gölgeni çek, âlemi daha fazla güldürme! Padişahlıktan bahsetmenin sırası değil. Bugün köpek gibi kemikle geçinmedesin. Keşke padişahları padişah etseydin de kendini kemikten kurtarsaydın. Padişah olan senin gölgeni görmeseydi hesap günü belâya mı uğrardı?”

Rütbesinin kendine yeteceğini söyleyen Doğan Kuşu gururlandı: “Kendimi edep, erkân yolunda yetiştirmişim, zâhidler gibi çileler çekmişim. Padişahın elinden savrulup gelen bir toz bile bana yeter. Âlemde bana bu rütbe kâfidir. Yolu görmeye mademki kudretim yok, padişahın elinde yüceleyim, başım yükselsin. Sonu gelmeyen yerlere gitmedense padişaha layık olmam daha iyidir. Ben, Simurg’u rüyada bile görmeye tenezzül etmemiş biriyim, neden onun yanına koşayım?”

Hüdhüd: “Ey geçici sevdaya tutulmuş âşık ! Sıfattan uzaksın, surete kapılıp kalmışsın. Padişah olarak Simurg’dan başkası yoktur. Eşi ve benzeri olmayan O’dur. Dünya padişahı ateşe benzer, ondan uzak dur.”

Ala Üveyik Kuşu’nun bahanesi de su ve denizdir: “Ey kuşlar! Deniz kıyısında ne güzel yerim yurdum var. Kimsecikler benim sesimi, soluğumu duymaz. Kimseyi incitmem, âlemde benden incinmiş kimse yoktur. Dertli dertli ihtiyaç içinde deniz kıyısında oturur dururum. Su aşkıyla gönlümü kanlara bularım. Suyu kendimden bile kıskanırım. Suda yüzemem, yine de deniz kıyısında otururum. Denizden bir damlacık suyun eksileceğini düşünür, kıskançlık ateşiyle ondan bir damlacık su bile içmem. Deniz aşkı bana yeter, Simurg’a tahammülüm yok, başka dert istemem.”

Hüdhüd: “Ey denizden haberi bile olmayan! Deniz canavarlarla doludur. Deniz bir kararda durmaz. Halden hale girer. Kâh geri çekilir, kâh kıyıya çarpar. Nice gemiler onun girdabına düştü. Deniz, gönül huzurunu bulamamış, isteğine erememiştir. Deniz, padişahın civarından kaynayan bir kaynaktır.”

Puhu Kuşu’nun harabâtîliğe sığınması: “Harabelerde doğmuş bir âcizim. Şarapsız harap olup gidiyorum. Gönlünü hoş tutmak isteyen, harabât meclisine katılmak ve defineye ulaşmak isteyen sarhoş gibi yıkık yerlere gitmeli. Zahmet edip harabeleri yurt edindim. Bu virânede bir gün defineye rastlarım ve muradıma ererim. Simurg’a âşık değilim.”

Hüdhüd: “Ey define sevgisiyle sarhoş olan! Defineye âşık olmak, kâfirliktir. Sen putperest değilsin ya! Hangi gönül altın aşkıyla bozulursa onun suratı kıyamette değiştirilir.”

Kuyruksalan Kuşu’nun bahanesi: Ben bir şaşkın, bir bunağım. Ne gönlüm var, ne kuvvetim. Ne kolum var, ne kanadım. Yüce Simurg’a nasıl ulaşabilirim ki: Bu âciz kuş onun kapısına varamaz. Kapısına yüz sürsem de ya yanarım, ya da yolunda ölürüm. Yine de ona erişemem. Bari kuyu içinde kendi Yusuf’umu arayayım.”

Hüdhüd: “Ey şuhlukla kendini düşkün gösteren, serkeşlikte bulunan sen! Baştan ayağa riyadan ibaretsin! Yola ayak bas, devlete ulaşmaya bak. Seni bu yolda yaksalar bile tahammül et, yan! Sen meselâ Yakup bile olsan sana Yusuf’unu vermezler. Yusuf sevgisi âleme haramdır.”

KUŞLAR: “EY KILAVUZLUKTA BİZDEN YÜCE OLAN! SİMURG’A NE VAKİT ULAŞABİLECEĞİZ?

Daha bin türlü kuş bahane gösterdi de, Hüdhüd hepsini cevapladı. Sonra, bütün kuşlar Hüdhüd’e sordular: “Ey kılavuzlukta bizden yüce olan! Yüce Simurg’a ne vakit ulaşabileceğiz? Körlükle sırra erişmeye kalkışılır mı? O nerede, biz neredeyiz?

Hüdhüd o vakit dedi ki: “Ey eli boş kişiler! Yüreğiniz bozuk sizin. Aşk, yüreği bozuk kişilerde olmaz ki. Âşıklıkla kalbi çürük oluş bir arada olamaz. Simurg peçesini kaldırdı mı, yüzünü gösterdi mi yüz binlerce gölge yere serilir. Âleme gölgesini saldı da her an bunca kuşlar meydana geliyor. Âlemdeki kuşların suretleri onun gölgesidir. O yüce lûtfuyla bir ayna icad etti. O ayna gönüldür, gönle bak da O’nun yüzünü gönülde gör.”

Kuşlar, Hüdhüd’ün sözlerini duyunca âdeta canlarını terkettiler. Simurg, kuşların gönüllerinden kararı aldı; aşkları bir iken, yüz bin oldu. Yola düşmeye koyuldular. Bize kılavuz lâzım dediler. İnsan kendisine ulu olamaz, Kafdağı’na varmak için, kılavuz şarttır. Kuşlar, Hüdhüd’ü mürşid seçtiler. Hüdhüd büyüğümüzdür, hüküm onun, ferman onundur, dediler.

YOLUN AZAMETİNDEN KUŞLAR AH ETMEYE BAŞLADILAR

Yolun azametinden bütün kuşların kanatları kana bulandı, ah etmeye başladılar. Yolu görüyorlardı, fakat dermanları yoktu. Öyle azametli rüzgar esmekteydi ki, göklere omuz vurmaktaydı. Kuşlar, yolda korkunca bir araya geldiler, Hüdhüd’e dediler ki:

“Ey yol bilen! Sen Hazreti Süleyman’ın huzuruna vardın, kapısında bulundun; huzur, edep ve âdetlerini, korku ve tehlike makamlarını bilirsin. Bu yolun inişini, yokuşunu görmüşsün. Madem bize başbuğ oldun, kavminin yol azığını hazırla, padişah huzurunda uyulması gereken edep ve erkânı anlat. Bu yolculuk bilgisizlikle olmayacak. Gönlümüzdeki müşkülleri hallet de adamakıllı yola düşelim. İçimizde şüphe varken nurlanmıyor.”

HÜDHÜDÜN NAĞMELERİNDEN SONRA KUŞLARA FERAHLIK GELDİ

Bunun üzerine Hüdhüd söze başladı. Sözü duyan kuşların hepsi saf saf oldular. Bülbülle kumru nağmeye başladılar. Bu nağmelerden kuşlara ferahlık geldi, bir başka hâle geçtiler. Hüdhüd tekrar söze başladı; mânaların yüzündeki perdeyi açtı.

Kuşlar, Hüdhüd’e bu makamı nasıl bulduğunu sordular: “Ey önderliği kapan! Nasıl oldu da sen bizi geçtin, Allah’a bizden daha çok yakınsın, dediler. Sen de bizim gibi bir kuşsun, biz de senin gibi bir kuşuz, aramızdaki fark nedendir?”

Hüdhüd: “Ey kuşlar! Hz. Süleyman’ın gözü bir an bize düşüverdi. Ben bu makamı ne altınla, ne gümüşle elde ettim. Bu eriştiğim devlet, o bakıştan meydana geldi. Sen bir an bile ibadeti bırakma. Fakat sakın ibadete de güvenme. Hz. Süleyman’a makbul oldun mu dediklerimden ileriye geçersin.”

Hâsılı, Hak kuşlarının hikâyesinden anladığım şudur: Himmet kuşumuz hangisi? Herkes himmet kuşunu bilip tanımalı.

------------------------------------------------

İLÂVE YAZI:

GÖNLÜME DÜŞENLER

İlker Ciğerlioğlu; eski zaman adamları tarzında nebâtât ve iklim bilimci. Muallimliğiyle değil, ilm-i nebâtât mütehassıslığıyla tanınır. Hormonsuz meyve ve sebze nasıl yetiştirilir ve kabuğundan çekirdeğine kadar hastalıklara binbir türlü faydaları nelerdir? Ondan öğrenilir. Yani ki nebâtât mahsullerindeki hileyi de güzelliği de bir bakmaya bilir. Yemekte kullanılan “katkılı” ve “katkısız” yağ çeşitlerini Lokman Hekim gibi anlatır. Yaz mevsiminin kesin olarak ne zaman geleceğini, kışın ne zaman başlayıp sona ereceğini bir abuhava bilgesi gibi anlatır ve dedikleri çıkar. Bir zaman, bu vasıflı dostun nükte kabilinden aleyhinde konuştum da başıma neler geldi:

43 derece sıcak olan bir yaz ortasında oğluyla karşılaştım. Dedim ki: “Biz şehirde kavrularak oruç tutuyoruz. Mübarek babanıza söyleyin, yayladaki bağevinde kaput giyerek tuttuğu orucun sualini nasıl verecek? Adâlet mi bu?” Bu sözlerimi üç defa tekrar ettirdim ve “bunları babanıza harfiyen söyleyeceksiniz” diye tembih ettim.

Bir vakit sonra İlker Ciğerlioğlu elinde birkaç ikram paketiyle Fikir Dükkânı’na çıkıp geldi. Paketler açıldı, içinden Kâbe hurması ve zemzem şişeleri çıktı. Birkaç dakika sonra fakîre hitaben: “Evet…. bağevinde kaput giyerek değil de, 55 derece sıcaklıkta oruç tuttum da geldim” dedi. Meseleyi anlamıştım. Eski zaman adamı meşrebli dost, aleyhinde konuştuğumda meğerse umrede imiş ve orucunun bir kısmını mübarek toprakların sıcaklarında tutup gelmiş. Oğlu da, babasının umreye gittiğini bilmesine rağmen, açık vermeden sadece “peki” demişti. Sonra umrede bulunan babasına telefon açıp söylediklerimi aktarmış.

Ne denir? Nükte de olsa her Müslümanın aleyhinde konuşmamak lâzımmış. İnsanı böyle şaşırtırlar işte…




Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Ahmet Doğan İlbey Arşivi