Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu

Bir eli yağda, bir eli balda

Bir eli yağda, bir eli balda

Müslüman olmakKomşumuzun yokluktan ve yoksulluktan dolayı aç uyuması, çoktan beri bizi ilgilendirmiyor, bundan rahatsız olmuyoruz! “Dost” saydıklarımızın bile dertlerini kendimize dert edinmiyoruz...

Zaten topu topu birkaç dostumuz var: Bize “dostluk maskesi” geçirilmiş menfaat ortaklığı yetiyor...
Bu yüzden ayağımız sürçtüğü an, etrafımız boşalıveriyor.

Menfaat ortaklığının özelliği budur: Sadece ortada paylaşılacak menfaat olduğu ve paylaşma sürdüğü müddetçe yaşar.
Taraflardan biri tökezler tökezlemez, “dost” zannedilen kişiler bu tökezlemeden nasıl faydalanacaklarını hesaplayıp gerekirse bir tekme daha yapıştırırlar...
Bu epey zamandan beri böyleydi; 1983 yılından bu yana ise yoğun biçimde böyle...
Rahmetli Özal pek çok güzelliğin yanı sıra, maalesef, kapitalizmin en acımasız boyutlarını da içimize ekti.
Çok kazanıp çok harcamanın, marka giyip fark edilmenin fani lezzeti ile birlikte, “Altta kalanın canı çıksın” felsefesi, maalesef, dindarlara da bulaştı...
Sanki boynumuza “Versace” kravat, bileğimize “Rolex” saat, gözümüze milyarlık “Rayban” gözlük takmasak, kabir meleklerinin suallerini cevaplandıramayacağız.
Ahrette kravatımızın, saatimizin, gözlüğümüzün, gömleğimizin markasını sorarlar mı acaba?.. Sorarlarsa, bir ihtimal, kabir azabından yırtıp cennetin yolunu tuttuk demektir!
Özellikli ve pahalı markalar öteki dünyada da geçiyor olmalı! Yoksa fani dünyayı baki dünyanın “bekleme salonu” sayan “dindar Müslüman”lar, ne diye geçici heveslerin peşinden koşsun?
Çok kazanmak, çok zengin olmak, çok iyi giyinmek, kocaman lüks otomobillere binmek, yalılarda oturmak; kısacası “bir eli yağda, bir eli balda” yaşamak, takvamıza bir şey katmıyor.
“Marka” dedik, “takva”dan olduk!
Eski duyarlılığımızdan eser kalmadı. Biz de artık tek dünyalılar gibi saçıp savuruyor, kendimiz için yaşıyor, bencilce davranıyoruz.
Bizim de artık görkemli evlerimiz, teknoloji harikası otomobillerimiz var.
Düne kadar sarık-cübbe giyenler, boyunlarından kravatı çıkarmıyor. (Bendeniz oldum olası kravatlıyım zaten, kıyafeti hiç sorun etmedim). Sakallar önce kısaldı, sonra da “kirli sakal”a dönüştürüldü.
Böylece “sünnet”i “moda” ile uzlaştırdığımızı zannederken, yüreklerimizin uzağına savrulduğumuzu fark edemedik.
Bir adım, bir adım daha derken, öyle bir “sath-ı mail”e girdik ki, kaymakla bitmiyor. İnşallah bu hızlı kaymanın son durağı Cehennem olmaz!
Sürekli olarak başkalarını sorgulamak da bize bir şey kazandırmıyor.
Başkalarını sorgulamak yerine artık biraz da kendi iç âlemimizi, değişen değiştikçe sünnetten uzaklaşan hayat felsefemizi sorgulamaya başlamamız lâzım.
Ucundan başladık gibi de gözüküyor aslında. Çünkü “dünyacı yaşam biçimi” beklentilerimizi karşılayamıyor. İnançlarımızın hâlâ diri olması dolayısıyla, “fani dünya” bize yetmiyor. İkisini birden istiyoruz.
İnsan olduğumuza göre ihtiraslarımızın sonsuz olması doğal. İnsan olarak hem dünyayı tüm güzellikleriyle yaşamak, hem de ahrette safa sürmek emelindeyiz. Olabilir elbette, neden olmasın?
Peki ama “tercih” yapmak zorunda kalırsak ne olacak?
Dünyayı mı tercih edeceğiz, ahreti mi?.. Ahlâkı mı, parayı mı?.. Yüreği mi, kavgayı mı?.. Sevgiyi mi, nefreti mi?
Hadi bakalım, siz karar verin.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yavuz Bahadıroğlu Arşivi