Çamlıca camiî şerifi
Çamlıca'da yeni bir camiin yapılacağından artık şüphe yok. Bunu Başbakanımız açıkladı, daha sonra işin içinde TOKİ'nin ve ilgili bakanlığın ve hatta Üsküdar Belediyesi'nin de olduğu anlaşıldı...
Galiba, yapılması mutasavver cami ile ilgili ilk yazıyı yazmak bu fakire nasib oldu. (Caminin "dev"i, Yeni Akit, 31.5.2012)
İstanbul'da, Üsküdar'da, Çamlıca'ya "dev" bir cami yapılacaktı. Buna en çok sevinmesi gerekenlerden birisi de ben olmalıydım. (Çünkü ezber bunu gerektirir.)
Türkiye'de cami yapmanın bir süre resmen, daha sonra bazı semtler, yerler, mekânlar sözkonusu ise fiilen yasak olduğu bir ülkede yaşıyorduk. Bu gidişi tersine çeviren bir başlangıca şahid oluyordum. Cumhuriyet tarihinde ilk defa bir hükümet başkanı, resmen bir camiin inşası ile ilgili olarak apaçık kararlılık ortaya koyuyordu. Elbette bu ezber bozan bir kararlılıktı ve ben de aynı ölçüde ezber bozucu bir görüş ortaya koydum.
Din âlimi değilim. Dinî bir hüküm söyleyecek halim yok.
Tarih, gelenek, cami mimarisi, İstanbul ve İstanbul'un Osmanlı kimliği... Bunlarla ilgili bilgi ve görüş sahibiyim.
Maşrıktan mağribe (cazcılar bu kavramlarla konuşmaz, onlar için açıklayalım: En doğudan en batıya) İslâm medeniyetinin cami mimarisi örneklerini bizzat gördüm ve mümkün olduğu kadar da yazdım. Son olarak Doğu Türkistan'da, Kaşgâr'da şehir kadar meşhur Iydgâh Camii'nde Cuma namazı kıldım ve intibalarımı sıcağı sıcağına okuyucularımla paylaştım. (Kaşgar'da cuma namazı, 2.7.2012).
Hind kıt'ası hariç, Türkistan, İran, Suriye, Tunus, Fas...Türkiye ve Balkanlar, Kırım... Cami mimarisi adına ortaya konulan neredeyse bütün güzel örneklerin şahidi oldum. Göremediğim yerlerin mimari eserlerini tanımak için birkaç raf dolusu kitapla yıllardır haşır-neşirim.
1977-78 yıllarında TRT'de Genel müdür danışmanı iken ilk imkân bulduğumda Ulucami isimli bir belgeselin yapımı için harekete geçtim. Muhsin Mete ile birlikte yaptığımız "Ulucami", Türkiye'nin muhtelif şehirlerinde bu adla anılan yirmiden fazla abidevî binanın hikâyesini anlatan bir yapım olarak Türkiye televizyonlarında bir ilkti.
1988'de TRT Televizyonunda yayınlanan 3 bölümlük dramatik belgesel "Mimar Sinan" dizisinin hem metin yazarı hem danışmanı idim. Osmanlı mimarisi Mimar Sinan üzerinden okunabilir. Bu dizide Osmanlı yapıcılığının bilhassa Kanuni Sultan Süleyman ve oğlu Sultan Selim devirlerinde Mimar Sinan eliyle, nasıl tecessüm ettirildiği anlatılıyordu.
Selçuklu'nun daha önceki mimari mirasla, Osmanlı'nın Selçuklu mimari mirasıyla bir problemi yoktu. Onları bilerek inşa ettiler, onlar gibi yapmadılar. Komplekse kapılmadılar, yarışa girmediler.
"Camiin devi" yazımız bu çerçevede bir bilgi ve yorum yazısı idi.
Bir İslâm mabedi büyüklük, cesamet kavramları üzerinden inşa edilmemeli. İhlas ve güzellik işin özü olmalı.
Büyük ve yüksek yapı yerine, güzel ve yerinde inşa esas olmalı. (Bu gerektiğinde büyüklüğe engel bir yaklaşım da değildir.)
Bildiğimiz buydu, bunu yazdık.
Bizim devlet başkanları, hükümet başkanları ile (eski tanışıklığımız bertaraf), şahsî bir işimiz olmaz. Sorulursa bildiğimizi söyleriz, sorulmazsa fikirlerimizi kamuya açıklarız. Böyle yaptık. "Camiin devi" en çok okunan, yorumlanan ve konunun doğru anlaşılması için önemsenen bir yazımız oldu. Tavrımız, tarzımız bundan 40 sene önce de böyleydi, şimdi de aynı.
O zamanlar bizi "muhafazakâr" bulanların, bize "radikallik" tafrası satanların şimdi kendi terk ettikleri radikallikle karalamaya çalışmalarına ne demeli?
Onlara söyleyeceğimiz şu: Köşe yazarları ikiye ayrılır. Birinci grup milletvekili olmadan yazanlar, ikinci gruptakiler ise milletvekilliği sona erdikten sonra yazmaya başlayanlar.
İkinci gruptakiler hep postacının kapıyı ikinci defa çalmasını bekleyenlerdir.
Fakat, herkes bilir ki postacı kapıyı iki defa çalmaz!
Ocaktan'a Osmanlı yapıcılığı ile Suudi yapıcılığının farkını anlatma konusunda başarısız bir deneme:
Kâbe Mekke'nin râkım olarak en düşük yerindedir. Mekke'de sel âfeti olursa, bundan en çok Kâbe müteessir olur... Osmanlılar, Kâbe etrafındaki yapıları yeniden biçimlendirirken, ki bunu da mimar Sinan yapmıştır, bütün ölçüleri Kâbe'nin görünürlüğünü sağlamak üzerine kurmuşlardır. Osmanlı yapıları asla Kâbe'nin görünmesini engellemez.
Suudiler, bütün varlıklarını modernizm karşıtlığı üzerine bina etmişken, böyle bir genişletmeye ihtiyaç hissedince tamamen Osmanlıların zıddına bir yol tuttular, büyüklük ve ihtişam devreye girdi. İlk başta Suudilerin yaptıkları/İtalyan mimarlara yaptırdıkları binalar çevredeki yapılardan yüksekti. Sonra Kral sarayını yaptılar, Suudi emirleri, melikleri...böylece Kâbe'ye tepeden bakma imtiyazını elde ettiler. Şimdi bu imtiyazı yaygınlaştırıyorlar. Kâbe olduğu yerde ve olduğu gibi duruyor. Kâbe olmasa Mekke'ye Mekke demeye imkân yok. Her hangi bir türedi Avrupa veya Amerika şehri. Mekke'nin yapıları gittikçe yükseliyor. Bu yapıların yüksekliği gerçekte Kâbe'yi küçültmüyor. Modernizmin hiçbir şekilde Allah'a adanmış bu ilk yapı ile yarışa girmesi mümkün değil.
Kâbe, yani o "küb" olduğu kabul edilen yapı, bildiğimiz manada bir mimari eser değil. Çünkü küb olduğu kabul edilmesine rağmen, tam bir küb değil. (yükseklik 13 m., iki yüzü 12 ve diğer iki yüzü 11 m. eninde) Büyük değil, yüksek değil, (mimari anlamda) güzel değil... İçi boş mütevazı bir mekân... Suudiler Kâbe'nin varlığını derinden kavramış Osmanlı revaklarını yıkarak onu tamamen yalnızlaştırmak istiyorlar. Bunu başarabilirler...Fakat bu trajik bir başarı olacaktır!
Bundan sonraki hamle, şehirdeki her şeyden Kâbe'nin küçük kaldığı iddiasıyla onu da yıkıp binlerce metre yükseklikte bir Kâbe (tovers) inşa etmeye kalkışmak olabilir!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.