Şehir ve Sultan
Diyarbakırla ilk yüz yüze tanışıklığımız 1977dedir...
Tam 35 yıl olmuş. (Bu tanışıklık için Cahit Sıtkının yolun yarısı tabirini kullanabilir miyiz? Hiç sanmam! O kehanetin şairi de 46 yaşında terki dünya eyledi!)
Bu sonradan koyma ismi sevmem. Diyarbekir demeyi tercih ederim. Artuklular ve Akkoyunlular kara taşlı surlarından ötürü şehre Kara Amid derlermiş... Dedem Korkuddaki adı ise Hamiddir.
Osmanlılar her ikisini birden kullanmışlar. Osmanlının son büyük hattatı Hamid Aytaç da Amidîdir, yani Diyarbekirli.
1977de Ulucami belgeselinin çekimi için gitmiştik Diyarbekire. Ulucami minaresinden şehre bakıldığında bir minareler şehri ile karşı karşıya kaldığınızı fark ediyorsunuz.
Sonra Kaybolan Şehirler için de Diyarbakırda epeyce çalıştık. Sıcak bir yaz ramazanına rastlıyordu ve Öğretmen Evinde kalıyorduk. Gece sahura kalktık. Kalktığımızla kaldık. Öğretmen Evinin yetkilisi kapıları kilitlemiş, evine gitmiş. Biz de su içip niyetlendik!
Diyarbakır, zaman zaman hasretini çektiğim şehirlerden. Kaç şehrimizde o nisbette tarihî derinlik ve zenginlik vardır? Üstüne üstlük, bu tarihî derinliği görebiliyor, hatta dokunabiliyorsunuz. Şehrin surları, cami, han, hamam, medrese gibi tarihî yapıları yanında, güzel sivil mimarî eserleri de cezbedicidir. Ziya Gökalpin şimdi müze olan baba evi, keza Cahit Sıtkı Tarancıların daha gösterişli ve büyük evleri de müze. Şehirde başka güzel evler, konaklar da var elbette. (Şu sıcak yaz günlerinde bu evlerde yaşamanın keyfini güngörmüş şehirliler çok iyi bilirler.)
Bir hayli aradan sonra, 5-6 yıl önce Diyarbekire gittiğimde şehrin alabildiğine yayıldığını, eklenen yeni unsurların şehri büyütmekle beraber bütünleştirmediğini hissettim. Bu belki de psikolojik bir durumdu.
Geçen sene tekrar gitmek fırsatı oldu. Dicle Üniversitesinin davetlisi idim. Hem üniversite hocaları hem de değerli dost, Diyarbakır sevdalısı Mehmet Ali Abakayla eski şehri epeyce dolaştık. Diyarbakır Osmanlı idaresinin eyalet veya vilayet merkezi olarak çok önem verdiği bir şehir. Bunu yapılarından kolaylıkla çıkarabiliyorsunuz. Şehir kültürünün Diyarbekirde yüksek seviyede teşekkül ettiği su götürmez. Bunu dilden, mûsıkîden, yetiştirdiği âlim, sanatkâr ve şairlerden çıkarabiliriz. İlk gittiğimizde Şevket Beysanoğlu ile tanışmıştık. 3 ciltlik Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları kitabının müellifi. Galiba 10 yıl kadar önce Ankarada rahmetli oldu.
Diyarbekirin geniş surlarının dört temel kapısı yanında bazı ara kapıları da var. Mardin Kapısı, Urfa Kapısı, Dağ Kapısı, Yeni Kapı...
Zihnimden hiç silinmeyen Diyarbekir Beylerbeyilerinin en namlısı Özdemiroğlu Osman Paşanın türbesinin bulunduğu semt hangi kapıya yakındı? Oğrun Kapı mı, Yeni Kapı mı?
Bu surlar mübarek... İslâm orduları galiba Oğrun (Gizli) Kapıdan girip şehri fethetmişler. Sultan Alparslan da Malazgirtten bir yıl önce buradan geçerken uğur olsun diye surlarını okşamış... Kim bilir, o surlar hâlâ o temasın hatıralarını saklıyordur...
Özdemiroğlu Osmanlı tarihinin unutulmazlarından... Onun idarecilik hayatı 30lu yaşlarda babasının fethettiği Habeş Eyaleti Beylerbeyliğinden başlıyor. Afrikanın şimdi de sancılı Somali gibi bölgeleri onunla sükûn bulmuş. Oradan Yemen Beylerbeyiliğine tayin edilmiş. Kıbrısın fethine katıldıktan sonra onu 1573te Diyarbekir Beylerbeyi olarak görüyoruz. Dört yıl sonra azledilince bir süre buradan ayrılmamış, Karacadağı kışlak edinmiş. Lâlâ Mustafa Paşanın Azerbaycan seferindeki yararlıklarından ötürü Şirvan Beylerbeyliğine getirilmiş. Baküyü ele geçirmiş ve Hazar Denizinde donanma oluşturmuş. Osman Paşa, veziriazamken İran seferine çıkmış ve Tebrizi Safevilerden almış. Burada rahatsızlanmış. Dönüş yolunda vefat etmiş...
Vasiyeti üzerine cenazesi çok sevdiği atı üzerinde Diyarbekire getirilmiş ve daha önceden yaptırdığı türbeye defnedilmiş... (Hakiki Diyarbekir sevdalısı böyle olur galiba.)
Bütün bu hafıza tazelemesi, nadir televizyon seyreden bir vatandaş olarak Sultan dizisinin gözüme çarpmasının sonucu. Türkiyenin güney illeri, Urfa, Gaziantep, Adana ve Mardin tarihî dekorlarıyla ve az veya çok mahalli renkleriyle birçok dizinin konusu oldu. Diyarbakır geç kaldı bu anlamda.
Bunun sebebi, Diyarbakırın etnik aidiyet iddialarıyla anılan bir çatışma merkezi olarak algılanması olmalı. Sultan dizisi, kültürel arkaplanı olan insanî, beşerî bir yapım. Çok güçlü oyuncuların rol aldığı, güzel mekânların kullanıldığı, zengin şehir dilinin konuşulduğu etkileyici bir dizi olmaya namzet. Diyarbakır Türkçesi, yabana atılır bir Türkçe değil. Arkaplanda belki Türkmen-Azeri Türkçesi var. Fakat Osmanlı zenginliği, ses ve hançere olarak Arapça, Farsça, Kürtçe ve belki diğer mahalli dillerin mirasını da özümseyerek bir şehir dili ortaya koymuş. Bunu diyaloglarda kullanılan kelimelerden, deyimlerden ve atasözlerinden kolaylıkla çıkarabiliyorsunuz.
Velhasıl: Diyarbakır beşerî yüzüyle güzel!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.