Din, Diyanet, eğitim
İmam Hatipler etrafında yürütülen tartışmanın özünü sanırım kaçırmamışsınızdır.
Devlet din eğitimi vermeli mi, vermemeli mi? Tabii, tartışmayı başlatanların maksadı devletin bu işlerden el çekmesi, dolayısıyla da Diyanet İşleri Teşkilâtının lağvedilmesi!..
Peki, neden böyle bir yola başvurulacak? Görünürdeki tek sebep, 80 yıllık lâiklik uygulamasının bizi ulaştırdığı sonuç oluyor. Yani devlet döneme göre değişken din politikaları uyguluyor da onun için!.. Kaldı ki Kuran okumanın bile yasaklandığı geçmiş yıllar hatırlandığında, bu endişelere hak vermemek mümkün olmuyor.
Fakat din eğitimi ve Diyanet için bu görüşleri ileri sürenlerin, bence asıl argümanı bu değil. Onların dayandığı daha farklı bir devlet ve toplum telâkkisi. Bilhassa da 28 Şubat döneminin bastırılmış ruhları, kendilerini sahili selâmete sevk edecek bir liman aramışlar ve Avrupa Birliğinin yanı sıra liberal siyaset ve toplum tezlerine de elsiz ayaksız atlayıvermişlerdi. İşte o yıllardan beri bu tezler tekrar tekrar pişiriliyor. Müslüman toplumun menfaatini kollarmış gibi bir havaya da büründürülerek yeni baştan servis ediliyor.
Dikkat ederseniz bu sınıfların Hıristiyan ve Ermeni vakıfları konusunda takındıkları tutum mânidardır. Devletin onlara koyduğu her türlü rezervin kaldırılması gibi!.. Kuşkusuz biz de bu rezervlerin kaldırılmasını sakıncalı bulmuyoruz. Fakat mübarek, bir konuda eni-konu bütünlükçü bir tavır geliştirmek gerekmez mi? Dolayısıyla kendini bir ilkeye ve ahlâka bağlamayan tutumlara fazlaca itibar etmenin bir gereği bulunmamaktadır.
İşte böyle olmadığı için de ilgili görüşler, insanın üzerinde o derecede yapmacık tesirler hasıl ediyor.
Yani şöyle düşünün: Bu görüşlere bakarak İngiltere, Anglikan Kilisesini lağvedecek!.. Din hizmetini de topluma veya cemaatlere devredecek!.. Ya da ne bileyim 1924 öncelerindeki Koca Katolik teşkilâtı paramparça bir hale getirilecek!.. Dolayısıyla bu görüşleri çağdaşlık, liberallik veya İslâmcılık adına dile getirenlere şunu asla unutmamaları hatırlatılır: Galip devletler Cihan Savaşı sonrasında, Hilâfeti veya Osmanlı din teşkilâtını sırf bu yüzden tasfiye etmediler mi?
Bugün biz bunu kendi üzerimizde nasıl emperyal bir cinayet, bir yaptırım olarak algılıyorsak; Lozanda kabul ettiğimiz bu mağlûbiyeti nasıl hâlâ daha içimizden atamıyorsak, benzer bir operasyonun devamını kendi kendimize nasıl olur da revâ görebiliriz anlayamıyorum.
Eğer Diyanet İşleri kaldırılsın gibi hafakanlı rüyalara kendilerini kaptırmış olanlar varsa, eğer onlar kendi tezlerine biraz olsun inandırıcılık kazandırmak istiyorlarsa!.. Hiç olmazsa Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmadan, daha doğrusu da Şeriyye ve Evkaf Vekâleti döneminde, bu alanın her türlü menkul-gayrımenkul evkafının Diyanete iâde edilerek, bu kurumun özerkleştirilmesini gündeme getirmeli ve bunu savunmalıdırlar. Ayrıca işte o zaman Türkiyede din kurumu kendi iki ayağı üzerinde durabilir. Bunları söylerken de asla Hilâfetin ihyâsına vs. işaret ediyor değilim.
Türkiye entelektüellerinin Tanzimat ve Meşrutiyette olduğu gibi ya da meselâ erken Cumhuriyet yıllarında olduğu gibi, tarihi bazı hastalıkları yeni baştan nüksediyor anlaşılan!.. Ya bir devlet biçimi ya da rejim ve sistem tercihi ile sorunlarımızı aşabileceğimiz cinsinden bir kolaycılık!.. Kaldı ki bunların çoğuna da Türkiyenin, dış güçlerin ve konjonktürün zorlaması ile başvurduğu bilinmez değildir. İşte nedense hep öyle durumlarda bazı entelektüeller, dış tazyikleri, içselleştirilmiş taleplere dönüştürmekten asla vazgeçmiyorlar.
Fakat sonu da gelmiyor bunun!.. Dünün eski solcularının Arnavutluktan, Yugoslavyadan veya İsveçten sistem ithaline kalkışmaları gibi, şimdi de aynı kölemen ruh Türkiyeyi, geriye kalan kazanımlarından bir bir arındırmaya kalkışıyor.
Dolayısıyla bu meseleyi hafife almamak, Türkiyenin gelecekte oynayacağı büyük role göre de düşünmek icabediyor. Meselâ Türkiye gelecekte, Avrupa Birliğinin içinde, herhangi bir ülke olarak mı kalacak? Yoksa kendine sahip, muktedir bir bölge gücü mü olacak? Dikkat edin, küresel bir güç falan demiyorum.
Gene bir başka ihtimal de şu: ABye gireceğim derken girememiş, tarihî kispetlerinden soyunmuş, üzerinde de sadece don-gömlek bir mintan biçiminde, Ortadoğuda lâiklik mi pazarlayacak? Kaldı ki böyle bir temsil ile Türkiye, aynen ilk Cumhuriyet yıllarında olduğu gibi, ikinci bir karikatür üretmez mi? Onun için bu yaklaşımları son derece komik karşılıyor, samimi bulmuyor, ayrıca da Büyüyen Türkiye şuuruyla da asla kabili telif görmüyoruz.
Ayrıca bu tür primitif görüşlere bel bağlayanlara şunu söyleyebiliriz. İngiliz Kilisesinin başı kimdir ve kime bağlıdır? Bu ilişki Osmanlı Hilâfetine benziyor mu, benzemiyor mu?
Yani büyük devlet ve ülke olmak sırf ekonomi ile, sırf askeri güçle orantılı bir şey değildir. Büyük devletlerin aynı zamanda büyük din politikaları da bulunur. Öyleyse bu husustaki katkılarınız?..
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.