Yürek jeneratörü kurmak!
Bence iki türlü insan var: Biri enerjisini başkasından (annesinden, babasından, eşinden, kardeşlerinden, çevresinden, patronundan, işyeri arkadaşlarından v.s.) alır, diğeri ise kendi enerjisini kendisi üretir: Bir anlamda yüreğini jeneratöre dönüştürür.
Yüreğini jeneratöre dönüşmeyi başaran insan, ihtiyacı olduğu anda, ihtiyacı olan enerjiyi bulma avantajına sahipken, enerjisini başkalarından alan insan sürekli olarak ikinci şahısların teşvikine muhtaçtır. Yani, kendi kendine bir değer olmak yerine, ancak başka şahıslarla birlikte bir değer olabilmektedir. Bu da başarıyı engelleyen, en azından geciktiren bir husustur.
Böyleleri kendi enerji odaklarını kaybedince sudan çıkmış balığa dönüşürler: Şaşkın ve bitkin olurlar. İşe yaramaz hale gelirler. Bu halleriyle çevrelerini de şaşırtırlar. Çevresindekiler:
Gayet başarılı bir performans gösterirken, birden ne oldu buna? şeklinde konuşmaya başlarlar.
Bu durum yeni bir enerji kaynağı buluncaya kadar sürer. Böyle insanların hayatı, bu sebeple, istikrarsız iniş çıkışlar gösterir. Zirve ile çukur arasında gel-git yaparlar. Bazen başarının zirvesinde, bazen başarısızlığın gayyasındadırlar... Bu yüzden kimse onları çalıştırmak, onlarla çalışmak istemez.
İnsan kendini Allahtan başkasına endekslememeli. Allaha inanmalı, kendine güvenmeli, kendi kendisini motive etmeli; başarıyı sürekli kılmanın ön şartı budur: Kendi enerjisini üretmek, bir anlamda jeneratöre dönüşmektir. Ancak jeneratöre dönüşebilenler akıl almaz zorlukların üstesinden gelebilirler.
Sözün burasında size bir hikâye anlatacağım...
Fatma babasına ait çiftlikte bedensel engelli olarak dünyaya gelmişti...
Sağ elinde yalnızca başparmak vardı. Sol kolu dirsekten sonra oluşmamıştı. Sol bacağı hiç yoktu, sağ bacağında ise uyluk kemiği bulunmuyordu. Ve boyu yalnızca bir metre otuzbeş santimetre idi.
Hiçbirini dert etmedi. Çözümsüz engeller gibi görmedi. Anne, babasının da teşvikiyle yüreğini jeneratöre dönüştürmeyi başardı. Hiç kimsenin yardımı olmadan hayatını devam ettirme kararlılığı içinde bedensel eksikliklerini kabullendi. Bir yandan onları aşmaya çalışırken, bir yandan da onlarla birlikte mutlu olmayı öğrendi.
Doğuştan kendinde var olan engellere değil, var olan engelleri aşmaya odaklanmıştı.
Eksiklerini düşünmüyor, eksiklerine rağmen yapmak istediklerini yapmayı düşünüyordu. Yürekli ve kararlı bir çocuktu.
Öyle olmak zorundaydı: Başka türlü hayatla baş edemezdi.
Altı yaşında yüzmeyi, on üç yaşında at binmeyi öğrendi. Bunun için sadece özel bir eğerle atını eğitmeye ihtiyacı olmuştu. Atıyla özel bir iletişim yöntemi geliştirmiş, müthiş bir birliktelik kurmuştu.
Ayaklarını kullanamadığından atını koşturmak istediğinde kulağını ısırıyor, sağa-sola gitmek istediğini atına beden hareketleriyle anlatıyordu: Vücudunu hafifçe sağa eğmesi sağa gideceğini, sola eğmesi sola gideceğini gösteriyordu.
Yörede her yıl yapılan at yarışlarına katıldı. Akıllara durgunluk veren bir kararlılıkla çalıştı, çabaladı ve onca sağlam genç arasından ikinci gelmeyi başardı.
Herkes sakat kızın beceri ve başarılarını hayret ve takdirle seyrediyordu.
Bir taraftan da okuyordu, Fatma. Liseyi, bir sürü sapa sağlam öğrencinin arasından sıyrılarak bitirdi: Üçüncü gelmişti...
Onun sevinçten ağladığını zannedenler, bir süre sonra ağlamasının nedenini ondan öğrendiler: Meğer birinci gelemediği için ağlıyordu. O kadar iddialıydı.
Çünkü kendi enerji merkezini kurmuştu. Kimseden himaye görmeden yaşamayı öğrenmişti.
Sonunda avukat oldu...
Fakat ne mesleğini yapabildi, ne herhangi bir memuriyete girebildi, ne herhangi bir işten ekmeğini çıkarabildi...
Çünkü Fatmanın başı örtülüydü...
Hayatın üstesinden gelmiş, ama anlamsız bir yasağın üstesinden gelememişti.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.