İslâmcılık bir pâye mi?
Yaz sıcağında İslâmcılık tartışması...
İslâmcılarla İslâmcılar ve İslâmcılık otoriteleri tartışıyor...
Kavramın geçmişi bir buçuk asır öncesine götürülebiliyor. Tabiî, bu adla değil. İttihad-ı İslâm(İslâm birliği), 19. yüzyılın sonlarında Osmanlının ve dünyanın gündemine giriyor.
İttihad-ı İslâm Müslüman toplumun bir savunma refleksi. Sanayi devriminden sonra vahşî kapitalizmin sömürgeleştirme iradesi bütün dünyayı kapsar hâle geliyor. Osmanlı ve İran dışında Müslüman toprakları sömürgecilerin kontrolüne giriyor.
19. yüzyılın ikinci yarısında, Osmanlı Devleti, İslâm dünyasının kenarındaki devletlerden ve topluluklardan gelen ve istiklâlleri ve İslâmî hayat tarzlarının, kimliklerinin korunması yönünde destek talepleri ile karşılaşıyor. Siyasî bir kurum olan hilafeti temsil eder konumda bulunan Osmanlı Devleti Java, Sumatra, Komor, Doğu Türkistan vb. yerlerden gelen taleplerle karşı karşıya kalıyor. Emperyalizme karşı güçlü bir Müslüman cephe meydana getirilmesinin yarar sağlayacağı görüşü kitleler arasında yaygınlaşıyor.
İslâmcılık, ittihad-ı İslamcılığın veya onun Fransızcası pan-İslamizmin tercümesi sayılabilir mi? Öyle ise, çok doğru bir tercümesi değildir ve şimdi konuşulan İslâmcılık, Osmanlı ve sonrasının sonradan İslâmcı ilân edilen düşünürlerinin yolundan hayli farklıdır.
Yani daha açık bir ifadeyle, bugün geriye dönük şekilde İslâmcı olarak adlandırdığımız Namık Kemalden Said Halim Paşaya, Mehmed Âkife, Bediüzzamana, Necip Fazıla, Nureddin Topçuya... bir silsilede yer alan düşünce adamları kendilerini hiçbir zaman İslâmcı olarak adlandırmamışlardır.
İslâmcılık kavramının açıkça kabul görmesi 1960ların ideoljik zemininde mümkün olmuştur. Çeşitli ideolojiler karşısında bazı ideolojik düşünen dindarların bu adlandırmaya sahip çıktıklarını, yapıp ettiklerini böyle tanımladıklarını söyleyebiliriz.
Bu İslâmcılık, ideolojik söylemlerini genellikle soldan, Batı (kapitalizm) karşıtı Sovyetik yapılardan devşirmiştir. Yaygın Müslüman tutumunun dışında kendini konumlandırarak radikallik yaftasını kendine yakıştırmıştır. Bu vasfıyla da, dinin özüyle, geleneğiyle ilişkileri bir hayli sıkıntılı olmuştur.
Türkiye için düşünüldüğünde, İslâmcı radikalizm siyasî zeminde neşvü nema bulmasına rağmen, siyasî hedeflerini doğru belirleyememiş, otoriterliği aşan bir totaliterlikle, antidemokratik bir yönetim tarzı ile kendini ifade etmek yolunu seçmiştir. Kendini İslâmcı olarak adlandırmayan/adlandıramayan fakat, İslâmla alâkasını gizlemeyen siyasî akımın belirleyicisi olmaktan çok engelleyicisi konumunu benimsemiştir.
Türkiye siyasetinde dinî referanslı siyasetin 1970ler sonrasında ortaya çıkması ve güç kazanması, bir süre İslâmcılığı etkilememiş, iktidar ihtimali belirdikten sonra bu yaklaşımda belli ölçüde değişiklikler ortaya çıkmıştır. Ancak 28 Şubatın İslâmcılığın sonunu getirdiğini söyleyebiliriz. Sürekli dış atıf merkezlerine bakan, kâh İran, kâh Afganistan veya başka bir ülkeden hizalanan İslâmcılığın Türkiye zeminine oturması bir türlü mümkün olamamıştır.
28 Şubata gelindiğinde, dünyada örnek alınacak, atıfta bulunulabilecek bir ülke veya hareket de kalmamıştır. İranın Şiî millî devlet vasfının artık gizlenemeyecek şekilde ortaya çıkması, İran (İslâm) inkılâbının etkisini tedricen bitirmiştir.
İslâmcıların 28 Şubat yıkımından sonra, dinî referanslı siyasetin umulmadık başarısı üzerine siyasete daha yakın durur hale geldikleri görülmektedir.
Yakın zamanda, İslâmcılığı parlatan, bir pâye alarak benimsenmesini kolaylaştıran, Arap dünyasında başlayan hareketlenme olmalıdır. Bu hareketlenmenin arkaplanında neredeyse yüz yıldır bastırılmış dinî akımların rolü ihmal edilemeyecek nisbettedir. Nitekim, bu zamana kadar seçim yapılabilen Arap ülkelerinde uzun süre sistem dışına atılan İslâmî hareketler büyük başarılar kazanmıştır. Türkiye zeminine tam oturamayan İslâmcılık bu yüzden kendini özdeşleştirecek yeni bir alan bulabilmiştir.
Burada gözden kaçmaması gereken bir husus var: Doktriner İslâmcılık, ülkesiyle sorunlu, dinle sorunlu ve siyasetle sorunlu bir akımdır. Halk İslâmcılığı diyebileceğimiz, sosyal ve siyasal alanda kendini gösteren, göstermekle kalmayan, iktisadî ve siyasî hedeflere yönelerek başarı kazanan akım Türkiyenin geleceğini belirleyebilecek güçlü bir hamle yapmıştır. Oysa İslâmcılar böyle bir sonucu hiçbir zaman öngörmemişlerdir.
Bunun Türkiyede başarılabilmesi gerçekten önemli bir sonuçtur. Çünkü Türkiye, İslâm dünyasında İslâmla alâkasını kestiğini resmen ilân eden ve bunu da laiklikle açıklayan tek ülkedir. Arap devletlerinin büyük çoğunluğu laik-din karşıtı tavra sahip olmakla beraber, hiçbirisi bunu açıkça ilân etmek yolunu tutmamıştır.
Türkiyenin halk İslâmcıları her halükârda hayatın ve siyasetin içinde kalarak zoru başarmışlardır. Sonuç İslâmcıların değil, sıradan Müslümanların başarısı olarak görülmelidir.
Bu Türkiye Cumhuriyetinin meşruiyet krizinin çözümüne yaklaşıldığının bir belirtisi olarak görülmelidir. Türkiye Devleti bin yıldır meşruiyetini dinden almış, din-ü devlet, mülk-ü millet şiarı olmuştur.
Dinin cumhuriyetten sonra meşruiyet tanımlanmasından çıkarılması ciddî bir boşluk meydana getirmiş ve bu da ideoloji ile doldurulmaya çalışılmıştır. İdeolojinin geçerlilik zeminini kaybettiği bu dönemde sentetik meşruiyet tanımlamasının sonuna gelinmiştir. Türkiye yeni yapacağı anayasaya laikliği -zarureten- koysa bile, dinle ilgili tanımlamaları daha belirgin bir şekilde yapmak zorunda kalacaktır. İşin garibi, kendine İslâmcılık pâyesi verenlerin bu konular üzerinde düşünmekte geç kalmaya devam etmeleridir!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.