Hedefteki Adamla uçakta dış politika turu
Önce, Milliyetten Derya Sazakın, gezi ile ilgili bir esprisini aktarmak istiyorum... Derya dedi ki; Kırgızistan ziyaretine geldik ama Gaziantepi daha çok gördük!
Aslında gerçek de buydu.
Gerçekten de;
Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi dolayısıyla gittiğimiz Kırgızistanda; Bişkeki hiç göremeden, tarihi, turistik ve dinî mekanları gezemeden, kaldığımız otelden geri döndük.
Oysa, Tanrı Dağlarının eteklerinde kurulan uçsuz-bucaksız bir ova durumundaki Bişkekte görmeyi plânladığımız bir hayli mekân vardı.
En azından;
Cuma namazını Ene Mescidinde kılmayı arzuluyorduk, olmadı.
Demek ki, kısmet değilmiş!..
Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gülün kulak rahatsızlığının nüksetmesi, geziyi yarıda bırakmamıza yol açtı.
RAHATSIZLIĞI BAŞTAN BELLİYDİ
Bazıları tarafından bir çok senaryo uyduruluyor olsa da, işin aslı şudur:
Sayın Cumhurbaşkanı ile, Gaziantep ziyaretinden sonra, uçakta görüştük, o zaman da son derece rahatsızdı...
Önce, PKK saldırısı hakkında Gaziantep Valisinden bilgi aldı, sonra hastanede yaralıları ziyaret etti. Sayın Gül, Vali Beyden bilgi alırken; Zamandan Mustafa Ünal, Hürriyetten Metehan Demir, Sabahtan Nazlı Ilıcak, Türkiyeden İsmail Kapan ve Milliyetten Derya Sazakla birlikte, patlamanın olduğu yere gittik ve orada vatandaşlarla konuştuk. Daha sonra da; Başbakan Tayyip Erdoğan, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ve MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ile birlikte Bahaeddin Nakıboğlu Camiindeki cenaze törenine katıldık.
Gaziantep programını tamamladıktan sonra havaalanında, teyzesi vefat eden Başbakan Tayyip Erdoğana taziyelerimizi sunduktan sonra Kırgızistana doğru yola çıktık...
Bir süre sonra, Sayın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, biz gazetecilerin bulunduğu bölüme geldi ve aramıza oturdu.
Başladık sorular sormaya...
Sayın Cumhurbaşkanı; cevaplarını dün aktardığımız sorularımıza cevap verirken, boğazı veya damağı kuruduğu için olsa gerek, sık sık su içiyordu.
Merak edip, sorunca;
Nezleyim dedi;
Bir türlü atlatamadım...
Aslında, söylemesine de gerek yoktu, çünkü bir vücut kırgınlığı yaşadığı her halinden belliydi... Hatta, bizim tavsiyemiz üzerine suyu bırakıp, sıcak çay bile içti... Daha önce de limonlu çay ve ıhlamur içmiş ama, faydası olmamış...
Sorularımızı o rahatsızlığına rağmen cevapladı ve 1 saat kadar bizimle birlikte oturduktan sonra, uçağın ön tarafına geçti.
Anlayacağınız;
O yorgunluk ve rahatsızlıkla indi Kırgızistana...
Ertesi gün de; o haliyle zirveye katıldı, ikili görüşmelerde bulundu...
Onun temasları devam ederken, bize haber geldi;
Hazırlanın, gidiyoruz.
Demek ki, rahatsızlığı nezleden de öte bir şeymiş... O zaman öğrendik ki; eski kulak rahatsızlığı, duymasını bile engelleyecek derecede nüksetmiş...
Belirlenen programa göre; İstanbuldan başlayan gezimiz, yine İstanbulda bitecekti... Ama, Sayın Cumhurbaşkanının rahatsızlığı nüksedince, uçak Ankaraya indi ve Sayın Gül, doğruca Hacettepe Üniversitesine gitti... Zira, eski doktoru oradaydı.
Olayın ayrıntılarını anlattım, çünkü senaryo yazanlar ve olayda sansasyon arayanlar çok...
Evet, gezinin yarıda kesilmesinin tek sebebi kulak rahatsızlığıdır... Hiç kimse, başka bir sebep aramasın!..
Sayın Cumhurbaşkanına bir defa daha Geçmiş olsun diyor ve kendisine acil şifalar diliyorum.
ELEŞTİRİLERE CEVAP
Dönüş yolunda, Sayın Cumhurbaşkanının kulak rahatsızlığı arttığı için, kendisiyle tekrar görüşemedik... Sadece, arkadaşlarla birlikte yanına gidip, geçmiş olsun dileklerimizi sunabildik...
Ankaraya dönerken, yanımıza Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu geldi... Ehh, bakan beyler yanımıza gelir de, soru sormadan durur muyuz?..
Biz sorduk, onlar cevapladı...
Bugün, Sayın Ahmet Davutoğlu ile yaptığımız sohbeti aktarmak istiyoruz... İnşaallah Pazartesi günü de Sayın Ömer Dinçerle yaptığımız sohbeti aktarırım...
Öncelikle söyleyeyim;
Her iki bakan da, medyanın haksız eleştirilerinden son derece rahatsız... Meselâ, hedefteki adam olarak Ahmet Davutoğlu kendisine yönelik eleştirilerle ilgili olarak diyor ki;
Eleştirileri, 3 kategoriye ayırıyorum, bu 3 kategoriye göre değerlendiriyorum.
Birinci kategori; kaygılı ve iyi niyetliler... Yani bir kaygı taşır, belki de haklıdır bu kaygılar. Bizim de çoğu zaman dış politika kararı alırken hep göz önünde bulundurduğumuz durumlar, gelişmeler, süreçler mevcuttur... Ve analitik yaklaşarak bir takım eleştiriler getirir, bunları dikkatlice okuruz.
İkincisi; ne yaparsak yapalım, eleştirecek olanlar... Yani diyelim İsrail-Suriye görüşmelerini yürütürken veya Suriyeyle ortak kabine toplantıları yaparken Yeni Osmanlıcı diye, Türkiye Ortadoğuya eklemleniyor diye eleştiriyorlardı, şimdi de Suriyeyle gerilim var diye eleştiri getiriliyor ya da İranla Tahran Anlaşmasını imzaladığımızda Amerikan karşıtı diye eleştiriliyorduk, şimdi ise Amerikan yanlısı diye...
Halbuki biz İranla bu anlaşmayı yaparken ve Suriyeyle bu politikayı takip ederken hep aynı ilkeler etrafında hareket ettik. Bunları doğrusu çok ciddiye almıyorum, çünkü okuduğunuzda da tutarlı bir eleştiri, alternatif bir politika teklifi yok, bir ard niyet seziliyor.
Üçüncüsü; konjonktürel düşünenler veya formasyon eksikliği dolayısıyla veya başka sebeplerle konjonktürel analiz yapanlar, yani bugün bir türlü analiz yapıyor, yarın başka bir türlü. O sebeple de bazı eksik değerlendirmeler yapıyorlar.
ARAKANDA NE İŞİNİZ VAR?
Şimdi, mesela birisi; Suriyede bu olaylar olurken niye Arakana gidiyorsunuz ya da bugün Niye Türk Konseyine geliyorsunuz diyorsa ya da başka birisi Afrikada, Somalide ne arıyorsunuz diyorsa, bizim yürütmekte olduğumuz diplomasi anlaşılmamıştır demektir, çünkü bütün dış politikayı bir krize odaklayamazsınız.
Myanmarla şu ana kadar bizim hiçbir diplomatik ilişkimiz olmamış, yani büyükelçi göndermemişiz, hiçbir heyet gitmemiş.
Sayın Davutoğlu, 70 yıl sonra ilk defa Emine Hanımla birlikte gittikleri Arakan ziyaretini hangi zorluklarla gerçekleştirdiklerini anlatırken, ilginç bir bilgi de verdi.
Dedi ki;
Şunun bilinmesi gerek: Myanmar dışında Arakan bölgesine ilk ayak basan yabancı heyet bizim heyet olmuştur... Şimdi bunu Dışişleri Bakanı olarak ilişki kurduktan sonra yapabilirsiniz. Biz Myanmarın önemli bir stratejik aktör olacağına inandığımız için burada büyükelçilik açtık, çünkü ülkenin potansiyeli büyük... Düşünün, 2 sene önce, hatta geçen sene sorulsaydı, Myanmarın neresi olduğunu bilinir miydi?.. Biz bir öngörüyle orada büyükelçilik açmaya karar verdik... Yani bu tesadüf değil... Büyükelçiliğimizi 1 yıl önce açtık... Ve ben, Mart 2012de Myanmara giderken, Büyükelçimizi götürdüm... İlk gidişimizde Büyükelçimize de şu 2 talimatı verdim:
Bir; orada şehit düşen askerlerimize sahip çıkacaksın... 12 bin Türk askeri Irak cephesinden, Filistin cephesinden esir alınmış; bir daha Anadoluya gönderip de tekrar savaşa katılmasınlar diye İngilizler en uzak nokta olarak Birmanyaya -o zamanki adıyla- götürür... Güzergahı da öyle ilginçtir ki, her yerden toplanır, Basraya indirilir, Basradan gemilere bindirilir, oradan Hindistana. Bu ülkenin içinden geçer ve Birmanyaya giderler, oradan da daha içerilere. 10 bin kilometre öteye taşıyor ki İngilizler, bir daha Türkler dönüp de savaş gücü olarak kullanılmasın diye...
12 bin asker götürüldü savaş esiri olarak... Bunların 5 bini Myanmarda ölür, şehit düşer. Dedim ki Büyükelçimize giderken; Şehitlerimizin mezarlıkları bulunacak ve imar edilecek. Ve Dışişleri Bakanına yazdığım ilk mektupta, Bizim şehitlerimiz var, biz orayı ihya etmek istiyoruz, gelip orayı da görmek istiyorum dedim.
İkinci talimatım da Arakan Müslümanlarını gidip bulacaksın. Çünkü Arakan Müslümanları İstiklal Harbinde çok az kaynakla bize yardım gönderen bir kitledir.. Onların dertleriyle de ilgileneceksin. Büyükelçimiz ülkeye geldi, 3 ay sonra olaylar patlak verdi... Şimdi birisi oturup da bütün bu diplomatik arka planı hiç düşünmeden Dışişleri Bakanının orada ne işi var derse, bunu iyi niyetle bağdaştırmam.
ESEDE DEDİK Kİ!..
Belli ki, Sayın Bakan dolu... En azından bizlere dertlerini döküp, gerçekleri kamuoyuna aktarmamızı istiyor.
Meselâ; Suriye ve Libya politikalarında sert olunduğu yönündeki eleştirilere, El insaf diyor;
İnsaf edin... Her iki ülkenin liderlerine son ana kadar tavsiyelerde bulunan biz değil miyiz?..
Esede dedik ki; Siz muhalefete alan açarsanız, genel af çıkarırsanız, muhalif örgütlenmelere izin verirseniz tansiyon düşer ve siz güvenlik tedbirlerine başvurmadan olayı kontrol edersiniz. Bunları çok açık konuştuk.
Bakın, Nisan ayı, yine ilişkiyi kesmedik. Mayıs ayında bizde muhaliflerin ilk toplantıları başladı, ilk sığınmacılar gelmeye başladı, Nisan sonu, Mayıs başıydı, ilk muhalefet toplantıları yapıldı. Bu sefer eleştirince Esede Eğer istiyorsanız siz de Türkiyede toplantı yapın dedik, onların adamları da geldi toplantı yaptı. Yani biz muhalefeti örgütlemiş değiliz. Türkiye demokratik bir ülke, gelip onlar toplantı yaptı, yandaki otelde de rejim yanlıları toplantı yaptı. İstedik ki bir şekilde bunlar kaynaşsın. Herhangi bir şey yine yapmadık.
Ramazan ayında Hamada büyük bir katliam yaptı. Onun üzerine Başbakanımız tekrar aradı, Dışişleri Başkanım gelecek... Baktık ki kontrolü kaybediyor. Bu bir süreçti. Onun için birisi çıkıp da, Ne oldu da 1 günde politikanız değişti derse ben bunu iyi niyetle değerlendirmem. Sayın Kılıçdaroğlunun kullandığı argüman, Bir sabah kalktık Suriyeyle ilişkilerimiz bozulmuş, gerçeği yansıtmıyor. Yani o zaman sen Ocak ayında yattın, Ekim ayında kalktın; yani bu olacak şey değil.
Bakın, ondan sonra da biz sert tutum sergilemedik. Ne yaptık? Arap Ligiyle birlikte çalıştık bu sefer. Bizi dinlemedi ama, belki Arap Ligiyle birlikte Türkiye giderse dinler diye düşündük.
Böyle bir durumda bizim takip edebileceğimiz 3 politika vardı. 4üncü bir politika vardı diyen bir babayiğit varsa, birisi varsa çıksın söylesin, yani 4üncü bir politika yoktu. Üç alternatif vardı.
Birincisi; bütün bu katliamlara rağmen Esedin yanında duracaktık. Yani diyecektik ki, İnsanları katletse de statükonun devamı için Esedin yanında durulacaktı. Yani Esedin yanında ve politik tavır dedikleri tutum.
İkincisi; karışmamak, yani sınırlarımızı kapatırız, şu an Türkiyeye sığınan 70 bin kişi sınırın önünde birikir, orada o sınırda Suriyeli askerler ateş açar, çocuklar, kadınlar ölür...
Üçüncü şık ise; Esede gerekli telkinleri yaparsınız, her şeyi denerseniz, sonra da dinlemiyorsa halkın yanında yer alırsınız ve politikanızı ona göre şekillendirirsiniz, yani geleceğe oynarsınız, bugüne değil. Biz stratejik bir perspektifle Suriyenin geleceğine yatırım yaptık, çünkü her ülkenin geleceğini belirleyecek olan o ülkenin halkıdır.
HER ÜLKE İLE GÖRÜŞÜYORUZ
Türkiyenin bu tavrının, Suriyede tek başımıza hareket ettiğimiz şeklinde değerlendirildiği yönündeki görüşlere de şu cevabı verdi Sayın Davutoğlu:
Biz Suriyede zalim rejimin yanında asla yer alamazdık. Bugün Arap âleminde, Suriyedeki tavrımız sebebiyle Türkiyenin çok büyük itibarı var. Biz ölümden kaçan çoğu kadın-çocuk on binlerce insana elbette sınırlarımızı kapatamazdık...
Diğer taraftan yapılan bazı eleştirilerin aksine, biz Suriyede tek başımıza hareket etmiyoruz. Sürecin başından beri, ilk önce Suriye yönetimi ile çok ciddi bir mesai harcadık. Daha sonra Arap Birliği Teşkilatı ile ve bilahare BM ile ortak hareket ettik. Bugün de Suriyede bir çözüme ulaşmak için, hem İranla, hem Rusya ile ve hem de ABD ve Avrupa Birliği ile ortak çalışmalar yürütüyoruz.
Suriyenin içişlerine karıştığımız iddiası da asılsızdır...
Tampon bölge iki durumda söz konusu olur. Birincisi sığınmacı sayısı çok kabarırsa, bu insanların Suriye topraklarında güvenli şekilde barınıp insani ihtiyaçlarının karşılanması... İkincisi de Türkiyenin sınır boylarında terör yapılanması olursa, buna karşı tedbir alırız.
Şunu da söyleyeyim;
Kuzey Irak olur ama, Kuzey Suriye olamaz... Çünkü Kuzey Irakta yeknesak bir Kürt nüfus var... Ama Suriyenin kuzeyi 910 kilometre ve orada her ırktan insan var... Kürt var, Türk var, Arap var... Dolayısıyla, Kuzey Suriye olamaz!
PKK, KRİZDEN ÖNCE DE VARDI
Arkadaşlar, bir algıdan söz ettiler... İnsanlar arasında; Türkiye Suriyeyi sıkıştırınca, Suriye de PKK kartını açtı ve terör saldırıları arttı şeklinde bir algı oluştuğunu söylediler.
Sayın Ahmet Davutoğlu; Bu algı doğru değil dedi ve ekledi;
Suriye krizi patlamadan önce de PKK eylemleri vardı... Dağlıca baskını 2007de olmadı mı?.. O zaman, bizim Beşşar Esedle ilişkimiz son derece iyi değil miydi?..
2008 Şubatında, biz kara harekâtına girdiğimizde Beşşar Esedle ilişkimiz kötü müydü, iyi miydi?
Dağlıcadan sonraki baskın olduğunda Esedle iyi miydik, kötü müydük?.. Ankara Anafartalar olayı olduğunda, bizim Suriye ile ilişkimiz iyi miydi, kötü müydü?.. Diyarbakırdaki terör olayında iyi miydi, kötü müydü? Şimdi birileri bu havayı yaymaya çalışıyor... Demek istiyorum ki; terörle, Suriye ve İran ilişkilerinin bozulmasının alakası yok.
PKK terörü, Suriyedeki gelişmelerden önce de vardı. Bunun arkasında Suriye vardır, yoktur diye hüküm vermem. Her olasılığı araştırıyoruz, araştırmak durumundayız tabii ki.
Ama PKK terörü daha önce de vardı.
Her olayı buna bağlayarak, neredeyse Ankarada bu sene yağış az oldu çünkü Suriyeye müdahale ettik diyecekler... Bu bir yıpratma politikasıdır ama gerçekle ilgisi yoktur.
Şunu herkes bilmeli;
Suriye ile ilişkiler iyi iken de kötü iken de, ilişkileri yürüten bizdik.
Biraz detaylı oldu ama, Sayın Ahmet Davutoğlunun hislerine ve tabii gerçeklere herhalde tercüman olabildik...
Pazartesi günü de, inşaallah Sayın Ömer Dinçerle sohbetimizi aktarırım.
Suriye ile krizin ilk günü
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Suriye konusunda, Türkiyenin nasıl müdahil olduğunu, daha doğrusu, müdahil olma sürecinin ilk gününü şöyle anlatıyor: 2011 Nisan ayında Konyada idim... Akşam saat 23.00... Hatay Valisi aradı; Sayın Bakanım 300 tane Suriyeli kapıya geldi, aralarında yaralılar var...
Dedim ki; Alacaksınız onları...
Şimdi orada karar vereceksiniz... Ben Başbakanımızı aradım, daha önce konuşmuştuk zaten... Böyle bir durum olursa alalım diye. Dedim Böyle bir durum var. Ben Ankaraya dönüyorum. Gece saat 01.00de Ankaraya döndüm. Genelkurmayı, MİTi, İçişleri yetkililerini çağırdım. Konutta bir kriz toplantısı yaptık, Sığınanları alacağız dedik. Şimdi siz olsaydınız ne derdiniz?
O politika halen devam ediyor. Şimdi öyle bir şey var ki; süreci başlattığınızda Dur bir dakika geri döneyim olmaz. Yani almaya başladınız, ya alacaksınız ya almayacaksınız. Almamış olsaydık, o insanlara kapıyı kapatmış olsaydık, dünyaya çıkabilir miydik?
Bakın size İslam İşbirliği Teşkilatı içindeki bir örneği aktarayım... Geçen hafta Cumhurbaşkanımız oradayken, Cumhurbaşkanımızı ve Türk heyetini gören bütün milletlerden insanlar sarılıyor ve Suriye için teşekkür ediyor. Diyelim ki biz Esedin yanında durmuş olsaydık, o insanların yüzüne bakabilir miydik? Kapımızı kapatsaydık bu olur muydu?
Bu sorunun cevabını Kemal Kılıçdaroğlu versin!..