Hasan Karakaya

Hasan Karakaya

“Hedefteki Adam”la uçakta dış politika turu

“Hedefteki Adam”la uçakta dış politika turu

Önce, Milliyet’ten Derya Sazak’ın, “gezi” ile ilgili bir “espri”sini aktarmak istiyorum... Derya dedi ki; “Kırgızistan ziyaretine geldik ama Gaziantep’i daha çok gördük!”
Aslında “gerçek” de buydu.
Gerçekten de;
“Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi” dolayısıyla gittiğimiz Kırgızistan’da; Bişkek’i hiç göremeden, “tarihi, turistik ve dinî mekanları” gezemeden, kaldığımız otelden geri döndük.
Oysa, Tanrı Dağları’nın eteklerinde kurulan “uçsuz-bucaksız bir ova” durumundaki Bişkek’te görmeyi plânladığımız bir hayli mekân vardı.
En azından;
Cuma namazını Ene Mescidi’nde kılmayı arzuluyorduk, olmadı.
Demek ki, kısmet değilmiş!..
Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül’ün “kulak rahatsızlığı”nın nüksetmesi, geziyi yarıda bırakmamıza yol açtı.
RAHATSIZLIĞI BAŞTAN BELLİYDİ
Bazıları tarafından bir çok “senaryo” uyduruluyor olsa da, işin aslı şudur:
Sayın Cumhurbaşkanı ile, “Gaziantep ziyareti”nden sonra, uçakta görüştük, o zaman da son derece rahatsızdı...
Önce, “PKK saldırısı” hakkında Gaziantep Valisi’nden “bilgi” aldı, sonra hastanede yaralıları ziyaret etti. Sayın Gül, Vali Bey’den bilgi alırken; Zaman’dan Mustafa Ünal, Hürriyet’ten Metehan Demir, Sabah’tan Nazlı Ilıcak, Türkiye’den İsmail Kapan ve Milliyet’ten Derya Sazak’la birlikte, “patlamanın olduğu yer”e gittik ve orada vatandaşlarla konuştuk. Daha sonra da; Başbakan Tayyip Erdoğan, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ve MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ile birlikte Bahaeddin Nakıboğlu Camii’ndeki “cenaze töreni”ne katıldık.
“Gaziantep programı”nı tamamladıktan sonra havaalanında, teyzesi vefat eden Başbakan Tayyip Erdoğan’a “taziye”lerimizi sunduktan sonra Kırgızistan’a doğru yola çıktık...
Bir süre sonra, Sayın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, biz gazetecilerin bulunduğu bölüme geldi ve aramıza oturdu.
Başladık sorular sormaya...
Sayın Cumhurbaşkanı; cevaplarını dün aktardığımız sorularımıza cevap verirken, “boğazı veya damağı kuruduğu” için olsa gerek, sık sık “su” içiyordu.
Merak edip, sorunca;
“Nezleyim” dedi;
“Bir türlü atlatamadım...”
Aslında, söylemesine de gerek yoktu, çünkü bir “vücut kırgınlığı” yaşadığı her halinden belliydi... Hatta, bizim tavsiyemiz üzerine “su”yu bırakıp, “sıcak çay” bile içti... Daha önce de “limonlu çay ve ıhlamur” içmiş ama, faydası olmamış...
Sorularımızı o rahatsızlığına rağmen cevapladı ve 1 saat kadar bizimle birlikte oturduktan sonra, uçağın ön tarafına geçti.
Anlayacağınız;
O “yorgunluk” ve “rahatsızlık”la indi Kırgızistan’a...
Ertesi gün de; o haliyle “zirve”ye katıldı, “ikili görüşmeler”de bulundu...
Onun temasları devam ederken, bize haber geldi;
“Hazırlanın, gidiyoruz.”
Demek ki, rahatsızlığı “nezleden de öte” bir şeymiş... O zaman öğrendik ki; eski kulak rahatsızlığı, “duymasını bile engelleyecek” derecede nüksetmiş...
Belirlenen programa göre; İstanbul’dan başlayan gezimiz, yine İstanbul’da bitecekti... Ama, Sayın Cumhurbaşkanı’nın rahatsızlığı nüksedince, uçak Ankara’ya indi ve Sayın Gül, doğruca Hacettepe Üniversitesi’ne gitti... Zira, eski doktoru oradaydı.
Olayın ayrıntılarını anlattım, çünkü “senaryo yazanlar” ve olayda “sansasyon” arayanlar çok...
Evet, gezinin yarıda kesilmesinin tek sebebi “kulak rahatsızlığı”dır... Hiç kimse, başka bir sebep aramasın!..
Sayın Cumhurbaşkanı’na bir defa daha “Geçmiş olsun” diyor ve kendisine “acil şifalar” diliyorum.
ELEŞTİRİLERE CEVAP
Dönüş yolunda, Sayın Cumhurbaşkanı’nın “kulak rahatsızlığı” arttığı için, kendisiyle tekrar görüşemedik... Sadece, arkadaşlarla birlikte yanına gidip, “geçmiş olsun” dileklerimizi sunabildik...
Ankara’ya dönerken, yanımıza Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu geldi... Ehh, bakan beyler yanımıza gelir de, “soru” sormadan durur muyuz?..
Biz sorduk, onlar cevapladı...
Bugün, Sayın Ahmet Davutoğlu ile yaptığımız sohbeti aktarmak istiyoruz... İnşaallah Pazartesi günü de Sayın Ömer Dinçer’le yaptığımız sohbeti aktarırım...
Öncelikle söyleyeyim;
Her iki bakan da, “medyanın haksız eleştirileri”nden son derece rahatsız... Meselâ, “hedefteki adam” olarak Ahmet Davutoğlu kendisine yönelik “eleştiriler”le ilgili olarak diyor ki;
“Eleştirileri, 3 kategoriye ayırıyorum, bu 3 kategoriye göre değerlendiriyorum.
Birinci kategori; kaygılı ve iyi niyetliler... Yani bir kaygı taşır, belki de haklıdır bu kaygılar. Bizim de çoğu zaman dış politika kararı alırken hep göz önünde bulundurduğumuz durumlar, gelişmeler, süreçler mevcuttur... Ve analitik yaklaşarak bir takım eleştiriler getirir, bunları dikkatlice okuruz.
İkincisi; ne yaparsak yapalım, eleştirecek olanlar... Yani diyelim İsrail-Suriye görüşmelerini yürütürken veya Suriye’yle ortak kabine toplantıları yaparken ‘Yeni Osmanlıcı’ diye, ‘Türkiye Ortadoğu’ya eklemleniyor’ diye eleştiriyorlardı, şimdi de ‘Suriye’yle gerilim var’ diye eleştiri getiriliyor ya da İran’la Tahran Anlaşması’nı imzaladığımızda ‘Amerikan karşıtı’ diye eleştiriliyorduk, şimdi ise ‘Amerikan yanlısı’ diye...
Halbuki biz İran’la bu anlaşmayı yaparken ve Suriye’yle bu politikayı takip ederken hep aynı ilkeler etrafında hareket ettik. Bunları doğrusu çok ciddiye almıyorum, çünkü okuduğunuzda da tutarlı bir eleştiri, alternatif bir politika teklifi yok, bir ard niyet seziliyor.
Üçüncüsü; konjonktürel düşünenler veya formasyon eksikliği dolayısıyla veya başka sebeplerle konjonktürel analiz yapanlar, yani bugün bir türlü analiz yapıyor, yarın başka bir türlü. O sebeple de bazı eksik değerlendirmeler yapıyorlar.”
ARAKAN’DA NE İŞİNİZ VAR?
“Şimdi, mesela birisi; ‘Suriye’de bu olaylar olurken niye Arakan’a gidiyorsunuz’ ya da bugün ‘Niye Türk Konseyi’ne geliyorsunuz’ diyorsa ya da başka birisi ‘Afrika’da, Somali’de ne arıyorsunuz’ diyorsa, bizim yürütmekte olduğumuz diplomasi anlaşılmamıştır demektir, çünkü bütün dış politikayı bir krize odaklayamazsınız.
Myanmar’la şu ana kadar bizim hiçbir diplomatik ilişkimiz olmamış, yani büyükelçi göndermemişiz, hiçbir heyet gitmemiş.”
Sayın Davutoğlu, “70 yıl sonra” ilk defa Emine Hanım’la birlikte gittikleri “Arakan ziyareti”ni hangi zorluklarla gerçekleştirdiklerini anlatırken, ilginç bir bilgi de verdi.
Dedi ki;
“Şunun bilinmesi gerek: Myanmar dışında Arakan bölgesine ilk ayak basan yabancı heyet bizim heyet olmuştur... Şimdi bunu Dışişleri Bakanı olarak ilişki kurduktan sonra yapabilirsiniz. Biz Myanmar’ın önemli bir stratejik aktör olacağına inandığımız için burada büyükelçilik açtık, çünkü ülkenin potansiyeli büyük... Düşünün, 2 sene önce, hatta geçen sene sorulsaydı, Myanmar’ın neresi olduğunu bilinir miydi?.. Biz bir öngörüyle orada büyükelçilik açmaya karar verdik... Yani bu tesadüf değil... Büyükelçiliğimizi 1 yıl önce açtık... Ve ben, Mart 2012’de Myanmar’a giderken, Büyükelçimizi götürdüm... İlk gidişimizde Büyükelçimize de şu 2 talimatı verdim:
Bir; orada şehit düşen askerlerimize sahip çıkacaksın... 12 bin Türk askeri Irak cephesinden, Filistin cephesinden esir alınmış; bir daha Anadolu’ya gönderip de tekrar savaşa katılmasınlar diye İngilizler en uzak nokta olarak Birmanya’ya -o zamanki adıyla- götürür... Güzergahı da öyle ilginçtir ki, her yerden toplanır, Basra’ya indirilir, Basra’dan gemilere bindirilir, oradan Hindistan’a. Bu ülkenin içinden geçer ve Birmanya’ya giderler, oradan da daha içerilere. 10 bin kilometre öteye taşıyor ki İngilizler, bir daha Türkler dönüp de savaş gücü olarak kullanılmasın diye...
12 bin asker götürüldü savaş esiri olarak... Bunların 5 bini Myanmar’da ölür, şehit düşer. Dedim ki Büyükelçimize giderken; ‘Şehitlerimizin mezarlıkları bulunacak ve imar edilecek.’ Ve Dışişleri Bakanı’na yazdığım ilk mektupta, ‘Bizim şehitlerimiz var, biz orayı ihya etmek istiyoruz, gelip orayı da görmek istiyorum’ dedim.
İkinci talimatım da ‘Arakan Müslümanlarını gidip bulacaksın. Çünkü Arakan Müslümanları İstiklal Harbi’nde çok az kaynakla bize yardım gönderen bir kitledir.. Onların dertleriyle de ilgileneceksin.’ Büyükelçimiz ülkeye geldi, 3 ay sonra olaylar patlak verdi... Şimdi birisi oturup da bütün bu diplomatik arka planı hiç düşünmeden ‘Dışişleri Bakanı’nın orada ne işi var’ derse, bunu iyi niyetle bağdaştırmam.”
ESED’E DEDİK Kİ!..
Belli ki, Sayın Bakan dolu... En azından bizlere dertlerini döküp, “gerçek”leri kamuoyuna aktarmamızı istiyor.
Meselâ; “Suriye ve Libya politikalarında sert olunduğu” yönündeki eleştirilere, “El insaf” diyor;
“İnsaf edin... Her iki ülkenin liderlerine son ana kadar tavsiyelerde bulunan biz değil miyiz?..
Esed’e dedik ki; ‘Siz muhalefete alan açarsanız, genel af çıkarırsanız, muhalif örgütlenmelere izin verirseniz tansiyon düşer ve siz güvenlik tedbirlerine başvurmadan olayı kontrol edersiniz.’ Bunları çok açık konuştuk.
Bakın, Nisan ayı, yine ilişkiyi kesmedik. Mayıs ayında bizde muhaliflerin ilk toplantıları başladı, ilk sığınmacılar gelmeye başladı, Nisan sonu, Mayıs başıydı, ilk muhalefet toplantıları yapıldı. Bu sefer eleştirince Esed’e ‘Eğer istiyorsanız siz de Türkiye’de toplantı yapın’ dedik, onların adamları da geldi toplantı yaptı. Yani biz muhalefeti örgütlemiş değiliz. Türkiye demokratik bir ülke, gelip onlar toplantı yaptı, yandaki otelde de rejim yanlıları toplantı yaptı. İstedik ki bir şekilde bunlar kaynaşsın. Herhangi bir şey yine yapmadık.
Ramazan ayında Hama’da büyük bir katliam yaptı. Onun üzerine Başbakanımız tekrar aradı, ‘Dışişleri Başkanım gelecek...’ Baktık ki kontrolü kaybediyor. Bu bir süreçti. Onun için birisi çıkıp da, ‘Ne oldu da 1 günde politikanız değişti’ derse ben bunu iyi niyetle değerlendirmem. Sayın Kılıçdaroğlu’nun kullandığı argüman, ‘Bir sabah kalktık Suriye’yle ilişkilerimiz bozulmuş’, gerçeği yansıtmıyor. Yani o zaman sen Ocak ayında yattın, Ekim ayında kalktın; yani bu olacak şey değil.
Bakın, ondan sonra da biz sert tutum sergilemedik. Ne yaptık? Arap Ligi’yle birlikte çalıştık bu sefer. Bizi dinlemedi ama, belki Arap Ligi’yle birlikte Türkiye giderse dinler diye düşündük.
Böyle bir durumda bizim takip edebileceğimiz 3 politika vardı. ‘4’üncü bir politika vardı’ diyen bir babayiğit varsa, birisi varsa çıksın söylesin, yani 4’üncü bir politika yoktu. Üç alternatif vardı.
Birincisi; bütün bu katliamlara rağmen Esed’in yanında duracaktık. Yani diyecektik ki, ‘İnsanları katletse de statükonun devamı için’ Esed’in yanında durulacaktı. Yani Esed’in yanında ve ‘politik tavır’ dedikleri tutum.
İkincisi; karışmamak, yani sınırlarımızı kapatırız, şu an Türkiye’ye sığınan 70 bin kişi sınırın önünde birikir, orada o sınırda Suriyeli askerler ateş açar, çocuklar, kadınlar ölür...
Üçüncü şık ise; Esed’e gerekli telkinleri yaparsınız, her şeyi denerseniz, sonra da dinlemiyorsa halkın yanında yer alırsınız ve politikanızı ona göre şekillendirirsiniz, yani geleceğe oynarsınız, bugüne değil. Biz stratejik bir perspektifle Suriye’nin geleceğine yatırım yaptık, çünkü her ülkenin geleceğini belirleyecek olan o ülkenin halkıdır.
“HER ÜLKE İLE GÖRÜŞÜYORUZ”
Türkiye’nin bu tavrının, “Suriye’de tek başımıza hareket ettiğimiz” şeklinde değerlendirildiği yönündeki görüşlere de şu cevabı verdi Sayın Davutoğlu:
“Biz Suriye’de zalim rejimin yanında asla yer alamazdık. Bugün Arap âleminde, Suriye’deki tavrımız sebebiyle Türkiye’nin çok büyük itibarı var. Biz ölümden kaçan çoğu kadın-çocuk on binlerce insana elbette sınırlarımızı kapatamazdık...
Diğer taraftan yapılan bazı eleştirilerin aksine, biz Suriye’de tek başımıza hareket etmiyoruz. Sürecin başından beri, ilk önce Suriye yönetimi ile çok ciddi bir mesai harcadık. Daha sonra Arap Birliği Teşkilatı ile ve bilahare BM ile ortak hareket ettik. Bugün de Suriye’de bir çözüme ulaşmak için, hem İran’la, hem Rusya ile ve hem de ABD ve Avrupa Birliği ile ortak çalışmalar yürütüyoruz.
Suriye’nin içişlerine karıştığımız iddiası da asılsızdır...
Tampon bölge iki durumda söz konusu olur. Birincisi sığınmacı sayısı çok kabarırsa, bu insanların Suriye topraklarında güvenli şekilde barınıp insani ihtiyaçlarının karşılanması... İkincisi de Türkiye’nin sınır boylarında terör yapılanması olursa, buna karşı tedbir alırız.
Şunu da söyleyeyim;
Kuzey Irak olur ama, Kuzey Suriye olamaz... Çünkü Kuzey Irak’ta yeknesak bir Kürt nüfus var... Ama Suriye’nin kuzeyi 910 kilometre ve orada her ırktan insan var... Kürt var, Türk var, Arap var... Dolayısıyla, Kuzey Suriye olamaz!”
PKK, KRİZDEN ÖNCE DE VARDI
Arkadaşlar, bir “algı”dan söz ettiler... İnsanlar arasında; “Türkiye Suriye’yi sıkıştırınca, Suriye de PKK kartını açtı ve terör saldırıları arttı” şeklinde bir algı oluştuğunu söylediler.
Sayın Ahmet Davutoğlu; “Bu algı doğru değil” dedi ve ekledi;
“Suriye krizi patlamadan önce de PKK eylemleri vardı... Dağlıca baskını 2007’de olmadı mı?.. O zaman, bizim Beşşar Esed’le ilişkimiz son derece iyi değil miydi?..
2008 Şubatı’nda, biz kara harekâtına girdiğimizde Beşşar Esed’le ilişkimiz kötü müydü, iyi miydi?
Dağlıca’dan sonraki baskın olduğunda Esed’le iyi miydik, kötü müydük?.. Ankara Anafartalar olayı olduğunda, bizim Suriye ile ilişkimiz iyi miydi, kötü müydü?.. Diyarbakır’daki terör olayında iyi miydi, kötü müydü? Şimdi birileri bu havayı yaymaya çalışıyor... Demek istiyorum ki; terörle, Suriye ve İran ilişkilerinin bozulmasının alakası yok.
PKK terörü, Suriye’deki gelişmelerden önce de vardı. ‘Bunun arkasında Suriye vardır, yoktur’ diye hüküm vermem. Her olasılığı araştırıyoruz, araştırmak durumundayız tabii ki.
Ama PKK terörü daha önce de vardı.
Her olayı buna bağlayarak, neredeyse ‘Ankara’da bu sene yağış az oldu çünkü Suriye’ye müdahale ettik’ diyecekler... Bu bir yıpratma politikasıdır ama gerçekle ilgisi yoktur.
Şunu herkes bilmeli;
Suriye ile ilişkiler iyi iken de kötü iken de, ilişkileri yürüten bizdik.”
Biraz detaylı oldu ama, Sayın Ahmet Davutoğlu’nun hislerine ve tabii “gerçek”lere herhalde tercüman olabildik...
Pazartesi günü de, inşaallah Sayın Ömer Dinçer’le sohbetimizi aktarırım.



Suriye ile krizin ilk günü
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Suriye konusunda, Türkiye’nin nasıl “müdahil” olduğunu, daha doğrusu, “müdahil olma sürecinin ilk günü”nü şöyle anlatıyor: “2011 Nisan ayında Konya’da idim... Akşam saat 23.00... Hatay Valisi aradı; ‘Sayın Bakanım 300 tane Suriyeli kapıya geldi, aralarında yaralılar var...’
Dedim ki; ‘Alacaksınız onları...’
Şimdi orada karar vereceksiniz... Ben Başbakanımızı aradım, daha önce konuşmuştuk zaten... ‘Böyle bir durum olursa alalım’ diye. Dedim ‘Böyle bir durum var. Ben Ankara’ya dönüyorum.’ Gece saat 01.00’de Ankara’ya döndüm. Genelkurmay’ı, MİT’i, İçişleri yetkililerini çağırdım. Konutta bir kriz toplantısı yaptık, ‘Sığınanları alacağız’ dedik. Şimdi siz olsaydınız ne derdiniz?
O politika halen devam ediyor. Şimdi öyle bir şey var ki; süreci başlattığınızda ‘Dur bir dakika geri döneyim’ olmaz. Yani almaya başladınız, ya alacaksınız ya almayacaksınız. Almamış olsaydık, o insanlara kapıyı kapatmış olsaydık, dünyaya çıkabilir miydik?
Bakın size İslam İşbirliği Teşkilatı içindeki bir örneği aktarayım... Geçen hafta Cumhurbaşkanımız oradayken, Cumhurbaşkanımızı ve Türk heyetini gören bütün milletlerden insanlar sarılıyor ve Suriye için teşekkür ediyor. Diyelim ki biz Esed’in yanında durmuş olsaydık, o insanların yüzüne bakabilir miydik? Kapımızı kapatsaydık bu olur muydu?”
Bu sorunun cevabını Kemal Kılıçdaroğlu versin!..

Önceki ve Sonraki Yazılar
Hasan Karakaya Arşivi