Bir Hâlden Bir Hâle Geçmek
Kimin hayat hikâyesini okuyacağınızı sanıyordunuz? Ömrünü bu milletin irfanına adayan bir tefekkür adamının mı? Batı düşüncesinin hafakanlarından ve a’râftan kurtulmayı tastamam başararak, azametli ve vecd dolu “Çile” sini tamam eyleyen bir büyük şairin muhteşem mücadelesini mi? Âli memleket meselelerinden dolayı hapishane hücrelerinde verem olan fikirli bir dâva adamının göz yaşartıcı ve âbidevî hayatını mı? Hayır!
Âhir ömründe kendini ilim ve irfan ehlinin ateşli şâkirtliğine adayan ve dostluk akîdesine sarılan bir hüzünkârın serencâmını, yani cezbeli bir fikir ve gönül tâliminin hüzünlü kelimelerini okuyacaksınız. Sıradan bir kelime devşiricisinin kaleminde neşvünema bulan ve onu bahtiyar kılan fikirli bir hayatın üç-beş kırık çizgisini bulacaksınız.
Gençliğini bir müddet “kırık ayak adamı” olarak yaşamış bir kul iken, Mekteb-i İrfan’da ham zihniyetim ve idrâkim ulvî yolda tâlim etmeye inkılâp etti ve bir hâlden bir başka hâle geçtim. Böylece yeni ve fikirli bir hayata intisab ettim.
Cehenneme giden yol sola bükülür, diyordu âmâ üstadım Cemil Meriç. Âcizâne ben yolun sağına döndüm. Yâni rahmânî olana... Bir kalbi âfet sonrası uzun süren kötü bir rüyadan uyandım ve “dirilişe” doğruldum...
Yanlış istikâmette sürmüş olan bir hayat mâcerasının faturasını bir çırpıda ödeyip ışığa, yâni Mekteb-i İrfan’a iltica ettim. Kendime ve etrafıma sarsıcı şu suali sorabilme tâlimi yaptım: Her insanın yüreği yanında mı?
Yeni istikâmetim ve şiârım şöyle olacaktı: Sokağa çıkıp haydut olmaktansa, dosthânemde dost ve hüzün yazıları yazmak...
Şimdiki zamanın feth-i mübin’lerine gönderecek ordularım ve cümle halkımı doyuracak sofralarım yok. Fakat mânevî hüzünlere gark eden ve dostluk bezmine çağıran efsunlu kelimelerin sahibi olmak istedim.
Gönül yârânına yazılar sunmak istedim mâveradan ve Cuma Kapısı’ndan kâm almış yazılar...
Samson’un gücü saçlarındaymış, diyordu âmâ üstadım. Benim gücüm türküler eşliğinde yazılar yazmakta... Dostluğun şeyhi Fethi Gemuhluoğlu’nun kelâm-ı kibarından ilham alarak yazılarla da hüznüm Allah’adır benim, diyebilmek ve “Bir Hüzünkârın Dostnâmesi”ni tamamlayabilmek en büyük bahtiyarlıktır.
Aşk dağının yücelerine çıkmaktır muradım; yani Efendimiz s.a.v.’in hasretinden neşet eden hüzünlere dibine kadar batmak ve hüzünden erimiş bir hâlde varmak Hakikat Kapısı’na…
Yeni hayatımın sual ve cevapları, şiirleriyle hâlden hâle geçişimin safhalarını ve dünyalı hayatımın derûnunu anlatan kalbimin şair-i âzamının, “Sen kitaptan mı yoksa aşktan mı geldin / acıdan mı yandın yoksa yandın da mı acıyor” mısralarında yatıyordu.
Sızıyı dost edindim. “Bir Hocam”dan öğrendiğim fikirli ve mânevî sızılar, iki dünya hayatımın derûnuna inmeyi sağlayan bir mi’raç’tı âdeta. Kerbelâ ateşi gibi her yerde mukaddes sızıyı görüyor ve yaşıyorum.
Dâvam, bir gün bütün azâmet ve merhametiyle din-i mübinin ışığına bürüneceğine inandığım bu ülkenin, bânisi âl-i Osman milleti gibi olabilmeyi ruh ve zihniyetimde, şahsiyetimin zarf ve mazrufunda yaşatabilmek. Ne mutlu o necip millet-i beyzâ’ya ki âhiret onlarındır, er ya da geç bu dünya da onların olacaktır.
Âhir ömrümde ülkeme, milletime, medeniyetime ve hayatın anlam bilgisine dair her şeye Ali Yurtgezen hocamın ilim ve irfan penceresinden bakabilmenin bahtiyarlığını yaşıyorum.
Bir “mağara”dayım, fakat Eflâtun’un mağarası değil bu. Modernizmin mağarasında mıyım? Hayır!
Kirli dünyaya karşı mukavemetli olmak üzere fikir ve gönül tâlimi yapılan bir hikmet mağarasındayım; yâni Mekteb-i İrfan’da... Bir mânevî bir sığınak bu mekân yaşadığımın şuurunda olmak için...
Bezm-i elest’te verilmiş “söz” üzere, dünyadan âhirete kadar Müslümanca yaşama sevincim vardır.
------------------------------------------------
İLÂVE YAZI:
GÖNLÜME DÜŞENLER
Mehmet Gülsu; edebiyat muallimi. Fikir Dükkânı’nın, yani Mekteb-i İrfan’ın ilk türküdarı ve müdavimlerinden. Mümeyyiz vasfı türkü söylemesi ve bağlama çalmasıdır. Türkü çığırır ve saza vururken, dost meclisi de kendisini en vecdli ve hüzünlü bir şekilde dinler iken bir anda tezeneyi bırakır, türküyü keser, Sepetçioğlu’nun romanlarından bir anekdot aktarır ve oradakilere “Bunları biliyor musunuz” diye sual eder. Sonunda sualin cevabını da kendisi verir ve başlar anlatmaya. Anlatırken arada bir “Vay!” der. Bu huyundan dolayıdır ki Hocamgil ona “Wayçı Mehmed Efendi” demişlerdi. Türküleri iyi bilir ve repertuarı zengindi. Fakat dost meclislerinde gelenek hâline getirilen “Sohbetüstü türkü dinlemek” faslında doya doya türkü dinletmemesiyle ünlüdür. Havaya girip peş peşe üç-beş türküyü teganni ettiği vâki değildir. Nazla çalar ve söylerdi. Daha sazın telinden çıkan ilk nağme ile gönülleri tutuşan dost meclisini, özellikle türkü meftunu olan fakîri mest etmeden yarı canlı bırakırdı. Hayli zamandır sağlık sebebiyle dost meclisine gelemeyen bu gönül dostunu pek özledik. Türküleri ve “Çatı”, “Kilit”, “Konak” diye başlayıp Sepetçioğlu’nun romanlarını sevdiren kalbi güzel bu dosttan dostluğun pîrleri râzı olsun.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.