Maraşta Bir Mağara Vardı
Maraşta bir mağara vardı. Ayıların, kurtların kaldığı bir mağara değildi. Ecinninin ve haramîlerin mağarası da değildi. Eflatunun mağarası hiç değildi. Elindeki kılıçla hükümferma olanların ikâmet ettiği mağara da değildi. Ehl-i ticaret ve paraperestlerin yatıp kalktığı bir mağara aslâ değildi. Yedi Uyurların ve münzevî ermişlerin halvet ettiği mağaralardan da değildi.
Ülkemize ithal edilen Batının düşünce, felsefe ve sanatlarından yapılma mağaralarda karanlık vardı. Maraştaki mağara ise aydınlık saçardı. Modern uygarlığa teslim olmuş resmî kurum ve kuruluşların fikren muarızıydı.
Maraştaki bu mekâna mağara demekten maksat, medenî muhtevası ve hususiyetleri yok edilen şehrin mekânlarından farklı ve gözlerden âzâde oluşuydu. Şehrin Pınarbaşı mıntıkasında olması, müdâvimlerinin hâlet ve düşüncesinde mânevî bakımdan bir uzletgâh havası oluşturuyor ve bir mağara çağrışımı yapıyordu. Şehrin menfî tesirinden bir müddet de olsa uzaklaşıp bu mekânda toplanmak mağara duygusunu kuvvetlice veriyordu
Kimlerindi bu mağara? Efradını ve nizamını kimler oluştururdu? Neyin tâlimi yapılırdı? Gönül alınır, kalp mi yapılırdı? İnsanların mağarada ne işi vardı? Şehrin dahilinde mağara mı olurdu? Kimdi bu mağaranın sahibi?
Bir Hocamdı. Bir Hocam âlimdi, ârifti ve ehl-i dildi. Münevveranın ve talebenin derdine derman olur, onlarla onların dilinden konuşurdu. Bu mağarada yapılan sohbetler, müdâvimlerin hakikati bulma yolu, yani seyr u sülûku idi. Bu mağaranın ışığı şehrin ışıklarına benzemezdi. Gönlü ışıtan nurlu bir ışıktı.
Maraştaki mağara Bir Hocamın ilim ve irfanıyla meydana gelen Mekteb-i İrfandı. Yaygın nâmıyla Fikir Dükkânıydı. Bilgiye ve gönüllere açılan bir kapıydı. Girişi kolay, çıkışı kalben zordu. Lisanî bir bağımlılık yapardı.
Mağaraya duhul eden okumuş, okumamış her Allahın kulu kısa sürede mânevî ve meşrebî bir alışkanlık kazanır, sonra aidiyet hisseder ve bir daha ayrılmak istemezdi. Çünkü kalbinden ve fikrinden tutuluyordu mağaraya.
Homoekonomikusun hâkim olduğu bu çağda hazret-i insan kalabilmenin tâlimi yapılırdı bu mağarada. Kalp ve kafa inşa edilirdi. Kalp ve kafaca mâsivaya kapılanlar, kalben ve ruhen düşkün olanlar bu mağaraya yolu düşmüşse şayet muhakkak tedavi olup iyileşirlerdi.
Dünyalık her nesne ve imkâna mâlik olup da adam olamayan yarımlar adam edilirdi. Adam gibi adam yapılırdı ham ervahlar. Kırık kalpler tâmir edilir, pas tutmuş gönüller cilalanırdı. Ham duygular ve düşünceler pişirilir ve kemâlâta erdirilirdi.
Müdâvimler her cuma gecesi taze ölüyü bekleyen mezar arzusuyla giderlerdi bu mağaraya. Nefsiyle ve dünya ile dâvası olan mağara dostları seher vaktine kadar aşk ve vecd içinde süren Bir Hocamın sohbetleriyle mânevî ve fikrî bakımdan ihya olmuş bir halde dönerlerdi evlerine.
Bir Hocamın sohbetlerinde bulunanlar onun lisanî câzibesine tutulur ve bir daha ayrılmazlardı bu mağaradan. Müdâvimler ilmel yakîn mertebede bulunsalar da, kütüphane raflarının dolusu kitap okumuş olsalar da, onun sohbetinden sonra ne kadar yavan, dünyevî ve kitabî malûmatlar yığını içinde boş yere boğulduklarını anlardı.
Bu mekânda utmak için sohbet edilmez ve bilenle bilmeyen arasında tafra satmak, rekabet etmek fiili aslâ olmazdı.
Mağara efradınca yatsıyı kıldıktan sonra yatıp uyuyanlar kınanırdı. Çünkü mağara ehli, geceleri fikrî, edebî ve tasavvufî sohbetlerle tâlim etmesi gereken hüzünkâr bir dâva adamıydı.
Modernizmin dayattığı bir biçim olarak kıdemlilerin önde, gençlerin arkada oturduğu sevimsiz ve samimîyetsiz bir oturma düzeni görülmezdi. Derece, rütbe ve mevki olmazdı bu mağara erkânında. Hiyerarşik oturma düzeni yoktu ve minderler numaralı değildi. Bir Hocam boş bulunan bir yere otururdu. Gelenekli sohbetimizdeki oturma âdâbı yaşatılırdı.
Kelâmın ve sohbetin kudreti, fikrin ve ilmin hası ile birleştirilir; İslâm, millet, medeniyet, tasavvuf ve insan üstüne tâlim yapılır, terbiye görülürdü bu mağarada. Fakat aslâ bu tâlim ve terbiye tâğutî rejimin kurum ve kuruluşlarında yer kapmak için vesile edilmez ve harcanmazdı. Vakt-i Saadette olduğu gibi Yaradana ve Resûlüne ayarlı fikir ve gönül tâlimi yapılırdı yalnızca.
Şehirden bu mağaraya giden yolu bilen bilmeyene öğretirdi. Mağaraya gider diye bir tabela yoktu. Böyle bir fiil, denî uygarlık elinde esir olan şehrin yasalarına aykırıydı ve cürüm sayılırdı.
Şehrin karşısında meşrûiyeti tanınmamıştı bu mağaranın. Şehrin iktidarına göre gayr-ı meşru addedilirdi. Varlığını yârân ve müdavimlerinin yürek gücüyle sürdürüyordu.
----------------------------------------
İLÂVE YAZI:
GÖNLÜME DÜŞENLER
Ökkeş Ekberoğlu; nizam-âlem Türklerinden ve bu kolun ileri gelenlerinden. Fikir Dükkânının, yani Mekteb-i İrfanın müdavimlerinden olup, Bir Hocamın hususi bağlılarından. Devlet mektebinde kırık ayak bir talebe iken, hocası olan Bir Hocamın, elinden tutmasıyla hidayete eren, fikrî şahsiyete kavuşan, alp iken alperen olan sevimli bu gönül dostu, Hocasının peşinden ayrılmayan sâdık biridir. Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlunu çok seven bir alperendir. Serazat bir Türk iken maişet ve aile nizamı içinde yerleşik hayata geçerek, istikrarlı bir yolda gençlere reislik etmekte ve göz kulak olmaktadır. Dostluğun pîrleri ondan râzı olsun.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.