Şehirler ölüyor
TOKİ durmadan binalar yapıyor, yeni şehirler kuruyor...
Ne kadar güzel diyoruz. Gerçekten güzel mi acaba?
İnşaat firmaları arsadan tasarruf amacıyla 20-30 katlı residencelar dikiyor...
Işıl ışıl koridorlarda mağaza mağaza dolaşıp hayran hayran mırıldanıyoruz:
Ne kadar harika, aradığımız her şey var.
Peki ne arıyoruz? Arayışımız yiyecek-giyecek ve eğlenmekle mi sınırlı? Sadece bunlarla insan olmak, hele de bunlarla mutlu olmak, yeyip-içip marka giyerek ve ışıltılı mekânlarda eğlenerek sürdürülebilir bir mutluluğu yakalamak mümkün mü?
Birbiri ardına siteler doğuyor. Etrafı yüksek duvarlarla çevrili sitelerde yarı mahkûm bir hayat yaşıyoruz. Akıllı evler, insanın, olan aklını da alıyor. Öte yandan, AVMlerden neredeyse şehir gözükmüyor.
Onlar da gözümüze güzel görünüyor. Öyle ya: Ne isterseniz var: Sadece ruh eksik!
Eskiden şehirlerin ruhu vardı, stili vardı, estetiği vardı, kokusu vardı... Kimliği ve kişiliği vardı kısacası. Artık yok: Ruhsuz şehirlerin zevksiz sakinleriyiz.
Kapitalist ideolojinin dayattığı her şeyi sorgulamadan alıyor, üstelik bunların şehir hayatı için zaruri olduğunu düşünmeye başlıyoruz. Çünkü öyle düşünmemizi istiyorlar.
Farkında değiliz henüz, ama düşünce merkezimiz kontrol altında!
¥
Görmüyor musunuz, TOKİnin binaları, karbon kâğıdıyla çoğaltılmış gibi, bir birinin tıpkısı... Site içinde yer alan binalar da öyle: Aynı tarz, aynı kaba mimari, aynı zevksiz renkler; müteahhitler, binaları çeşitlendirme zahmetine bile katlanmıyor artık.
Apartman hayatına başladığımız dönemde, hiç olmazsa her apartmanın bir ismi olurdu: Artık isim bile verilmiyor, kürek mahkûmları gibi numaralamakla yetiniyorlar: A 1; A 2; C 12 filan...
Aslında biz, hepimiz numaralı değil miyiz? Kimliğinizde yazan rakam, vatandaşlık numaramızdır: O olmadan hiçbir işlem yapamıyorsunuz. Numaralana numaralana numaracı olduk!
İnsanların numaralandığı modern yaşam biçiminde apartmanların numaralanması çok da garip gelmiyor insana.
Fakat nereye gidiyoruz?
Mahallemizi verdik, site aldık... Evimizi verdik, apartman aldık... Bakkalımızı, terzimizi, berberimizi, ayakkabıcımızı, lokantamızı verdik, AVM aldık... Komşuluğu verdik, yalnızlaştık.
Artık tüm şehri toptan istiyorlar: Yerine modern şehirler kuruyorlar.
Şehir kültürü oluşmamış, nezaketi oturmamış, nezafetin yanından geçmemiş, estetikten mahrum, güzellikten yoksun, zevkten bihaber şehirler...
Aslında bunun ilk denemesi Ankara idi: Cumhuriyeti kuranlar, Osmanlının İstanbulda simgelenen tüm değerlerine meydan okumak istediler. Alman mimarlara Ankarayı inşa ettirdiler.
Bu bir güç gösterisiydi. Bir birine benzer sarımtırak, loş, ürkütücü devlet yapılarında, cumhuriyetin kudreti ve dönemin asık suratlı devleti vurgulanmıştı.
Yeni başkent, inadına camisiz olacaktı: Çünkü cami demek, Süleymaniye, Sultanahmet, Fatih, Şehzade demekti; belki biraz da Ayasofya demekti. Eski başkentle bu konuda yarışamayacağını fark eden cumhuriyetçiler, mâbedsiz bir şehir kurdular. Ayasofyayı da müzeye dönüştürüp kimliksizleştirdiler.
Yakup Kadrinin (Karaosmanoğlu) Ankara isimli romanı, biraz da, cumhuriyeti kuranların mâbedsiz şehir özlemini yansıtır.
Bütün bunları yakından izleyen İstanbul âşığı şairimiz Yahya Kemal, kendini daha fazla tutamamış olmalı ki, Ankaraya gitmenin en güzel tarafı, İstanbula geri dönüşüdür demek durumunda kalmış.
Ne de olsa o günlerde bu şehir hâlâ İstanbul kokuyordu. Uzun zamandır katran kokuyor. İhtimal bu yüzden hiçbir şair İstanbula şiir yazmıyor, sevgili dostlarım.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.