Endülüs mevsimi
Endülüse bir mevsim yakıştırılsa, her halde bu son bahar olurdu! Bu medeniyet, hâlâ bütün dünyayı doyuran olgun meyveler verdi. Din ilimlerinden felsefeye, teknik ilimlere, tıbba kadar bu medeniyetin verimleri yüzyıllar boyunca insanlığın mirası oldu. Elbette bugün herkes İbn-i Rüşd veya İbn-i Hazm okuyarak Endülüsü tanımıyor. Hatta mutasavvıfların en sırlısı Muhyiddin Arabinin görüşlerini bilerek Endülüs hakkında fikir sahibi olmuyor. Fakat ayakta kalabilmiş Endülüs mimarî mirası bütün insanlığın bediî (estetik) değerlerine istikamet verecek olağanüstü güzelliği, inceliği ve insaniliği ile zamana meydan okuyor.
Bugün Endülüs bizim için mimarisi ile konuşan bir medeniyet. Bu ince ve derinden hitabı duyabilenler onun büyüklüğünü, değerini anlamakta güçlük çekmiyorlar.
Endülüs gerçekten büyük medeniyet. Yalnız bilginin derinliklerine ermişliğiyle değil, insani güzelliği kavrayışındaki mükemmellikle de muhteşem. Tevazuyu esas alan bu medeniyetin her sahada büyüklüğünü tescil ettirecek emarelerini görebiliyoruz. Gelecek yüzyıllarda mütehakkim Avrupanın mirasını talan ederek yükseldiği bu medeniyet neden varlığını sürdüremedi? Barbarlar karşısında kendini savunamadı?
Bu sonbaharda Endülüsteyiz... Mehmet Sılay dostumuzla birkaç ay önce Kaşgarda idik. Çin sınırında bir başka İslâm medeniyet merkezinin harabeleri arasında dolaşmıştık. Endülüs Kaşgardan, Türkistandan iki asır önce müslüman dünyanın bir parçası olmuştu. 8 asırlık varlığı 15. Yüzyılın sonunda noktalandığında, Türkistan hâlâ canlılığını koruyordu. Asıl önemlisi, Endülüsten iki asır sonra İslâma yönelen Türkler, bir buçuk yüzyıl içinde kuzeyden Avrupanın doğusuna ve Karadenize, güneyden Anadoluya ve Suriye üzerinden Akdenize ulaşmıştı.
İslâmın batısından inkıraz emareleri görülürken, doğusundan gelen taze güç merkezdeki çöküşü engellemişti. İslâmın bu yeni hayatiyet devrinde dört asırdır İslâma kazandırılamayan Doğu Romanın merkez toprakları, yani Anadolu Müslümanların eline geçmişti. İşte bu gelişme Haçlı seferleri olarak bilinen Avrupanın barbar saldırısının fitilini ateşledi.
Haçlı Avrupanın Kudüsle, Anadolu ile meşgul olması, Endülüsü rahatlatmış olmalıdır. Haçlılar iki asırdan fazla devam eden bu seferlerden askeri olarak mağlup ayrılsalar da, kendi açılarından güçlenerek çıktılar.
Endülüs İslâmın Avrupanın batısında neşv-ü nema bulduğu topraklar. Bu toprakların kazanılmasında en fazla adı geçen Tarık bin Ziyad gemileri yakarak muhtemel bir dönüşü engellemek istemişti. Paris yakınlarına kadar ulaşan İslâm ordularının dönüşü, kaç asır sonraki mağlubiyeti içinde barındırıyor olmalıdır. Bir defa yenilmekle geri çekilmek gerçek bir zafiyetten başka nedir ki.
Türklerin Anadoluda ve Ortadoğudaki varlığı haçlılara nasıl rahatsızlık veriyorsa, Endülüs Müslümanlarına da güç veriyordu. Nitekim, Endülüs Müslümanları ile savaşan İspanyollar, düşman ordunun içinde mübalağalı sayıda Türk askerinin bulunduğunu iddia ediyorlardı! Bu onlar için Müslümanların yardım beklentisi ile eş değer bir korkuyu besliyordu.
Kastilya kralları, Osmanlının güçlenişini yakından takip ettiler. Osmanlıların balkanlardaki ilerlemelerinden ciddi şekilde tedirgin oldular. Hele Yıldırım Bayezitin haçlı ordusuna karşı kazandığı Niğbolu zaferi bu tedirginliği zirveye çıkardı.
Elbette çok tarihe dalmak istemiyoruz. Ama, Osmanlıların yükseliş dönemine rastgelen Endülüs felaketini önleme konusunda gerekeni yapıp yapmadıkları sorusunun tatminkar şekilde cevaplandırılamadığı yönündeki tedirginliğimiz bizi tarihe yöneltiyor.
Endülüsü gezerken Kurtubadan, o efsanevi başkentten başladık. İki medeniyetin karşılaşması, yarışması ve batının galebesini ilan etmesinin nasıl bir şey olduğunu orada gördük.
Kurtuba Ulucamii yüzyıllar boyunca yeni ilavelerle genişletilerek bin küsur sütunlu dünyanın en büyük camilerinden biri haline gelmiştir. Kurtubanın düşmesinden sonra galibin mağlubun medeniyeti karşısındaki ezikliğine bir cevap verilmesi gerekmiştir.
Bu cevap yıkarak, yok ederek verilebilirdi. Nitekim öyle yapılması düşünülmüş de, 5. Karlos, sadece bir kısmının yıkılarak büyük bir katedral yapılmasını uygun bulmuş.
Kurtuba camii, kemerlerle geniş bir alanı kapsayan fonksiyonel bir yapı olarak düşünülmüş, böylece de ihtiyaç oldukça genişletilmiş. Her yeni ilave çağının unsurlarını da taşıyor ama, bütüne ters düşmüyor. Katedral ise, bu yatay ve alçak gönüllü mimariye mütehakkim bir cevap mahiyetinde.
Yüksek kubbesi ve içindeki ikonografik unsurlar bu tahakküm hissini apaçık gözler önüne seriyor.
Kurtuba'ya gelenler, camiyi geziyorlar, camiin içindeki bu mütehakkim yapıya sıra gelince de kilise sıralarına oturup iki medeniyetin kıyaslamasını yapıyorlar.
Kurtuba camii için eskiden Meskito Katedral denilirmiş. Yeni ifadede mescit (meskito) lafzı geçmiyor. Sadece katedral var.
Eğer Emevi mescidi olmasa idi, Kurtubadaki katedrali gezmeye kaç kişi gelirdi? Avrupada sayısız katedral var. Bunların en muhteşemi de bu camiden kazanılmış olanı değil! Ona gösterilen ilgi, hiç şüphe yok ki, caminin yüzü suyu hürmetinedir!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.