Hasan Karakaya

Hasan Karakaya

Aziz Yıldırım mı çürük, Serra Yılmaz mı?

Aziz Yıldırım mı çürük, Serra Yılmaz mı?

Son günlerde yeteri kadar “televizyon” seyredemiyor, yeteri kadar “gazete” okuyamıyorum. Dolayısıyla “medya”da neler oluyor, “spor”da neler oluyor, “magazin”de neler oluyor, pek farkında değilim...

Arkadaşlarımın kimi; “Niye Aziz Yıldırım bombasını yazmıyorsun?”, kimi de “Serra Yılmaz öcüsünden niye hiç bahsetmedin?” diye sormaya başlayınca; kendimi “Türkiye’de” değil de “uzayda” bir “galaksi”de yaşayan “Fransız”ın biri zannettim!..

Öyle ya;

Hem bu ülkede yaşayacaksın, hem de “olup-bitenler”e Fransız kalacaksın!.. Hiç olacak şey mi bu?..

AZİZ YILDIRIM OLAYI

Derken, arkadaşlarım; Mehmet Baransu’nun, “televizyonda söylediklerini, yazısında da açıkladığını” söyleyince, “neler yazdığını” öğrenmek için “Taraf’ın 1. sayfası”na baktım...

Öyle ya;

Madem bu kadar “önemli” bir olay var, Taraf, bunu “manşet”ten filan yayınlamalı değil mi?..

Ama, hayır!.. Ortalık yıkılıyor, herkes bu konuyu tartışıyor, ama “Taraf’ın birinci sayfası”nda bu haber yok!..

İşin garibi;

Baransu’nun 13. sayfada yazdığı yazının 1. sayfadan “anonsu” da yok!..

“Olay önemsenmedi” mi,

Yoksa “tırstılar” mı?..

Neyse...

Baransu, kendi köşesinde ayrıntılı bir şekilde anlatmış olayı ve demiş ki;

“Şike Davası’ndan toplam altı yıl üç ay hapis cezası alan Fenerbahçe Kulübü Başkanı Aziz Yıldırım’ın cezaevinde yatarken bedelli askerlikten faydalandığı ortaya çıktı.” (...)

Yıldırım’ın bedelli askerliğe müracaat ettiği haberi önceki gün Habertürk gazetesinde Yasemin Güneri imzasıyla kamuoyuna duyuruldu.

Belge de gazetede yayımlandı.

Önce Yasemin’in haberinden ayrıntıları okuyalım.

Ardından değerlendirmemize geçelim.

Yıldırım, cezaevinde yatarken, Bedelli Askerlik Yasası’ndan faydalanmak için Milli Savunma Bakanlığı Askerlik Şubesi Başkanlığı’na müracaat ediyor. Avukatı Abdullah Kaya aracılığıyla bankaya bedelli askerlik ücreti olarak 30 bin TL yatırıyor. 21 Mart 2012’de de askerlikten muafiyet alıyor.

Hatırlarsanız, yaklaşık bir buçuk ay önce Yıldırım’ın 1983 yılında “ayağım 6 cm. kısa” diyerek çürük raporu almak için İzmir’de askerlik şubesine müracaat ettiğini yazmıştım.

Gerçekte Yıldırım’ın ayağı kısa değildi. Ayağı 6 cm. kısa olan kuzeni Osman Yalçın’ı kendi yerine askerî heyetin karşısına çıkartmış ve sahte belgeyle çürük raporu almıştı.

Askerlikten kaçmıştı.

Bu yazım üzerine Yıldırım alelacele bir açıklama yapmış, belgelerin orijinallerini 24 saat içinde açıklamamamı aksi hâlde beni mahkemeye vereceğini söylemişti. Yıldırım’a şu cevabı vermiştim:

“Belgelerin orijinalleri devlette. Mahkemeye beni vermeni çok istiyorum. Sahte evrakla çürük raporu aldığın kanıtlanacak. Ama çok iyi biliyorum ki beni mahkemeye veremeyeceksin.”

Aynen dediğim gibi oldu ve Yıldırım 24 saatin üzerinden aylar geçmesine rağmen, beni mahkemeye veremedi. Bunun üzerine evrakta sahtecilik yaptığı, sahte belgelerle çürük raporu aldığı iddiasıyla kendisi hakkında İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulundum. Başsavcılık, konuyu değerlendirip, iddia olunan suçun işlendiği yerin İzmir olduğunu belirtip, dosyayı “yetkisizlik” kararıyla İzmir Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderdi.

Dosya artık İzmir’de.

Sanırım şu soru herkesin aklını kurcalıyordur.

Sahte çürük raporuyla askerlikten 1983 yılında muaf olmasına rağmen, Yıldırım Mart 2012’de neden bedelliye müracaat etti?

Gerçekten de bu soru sorulmalı değil mi?..

Madem “çürük raporu” aldın, raporun “sağlam” ise, niye ayrıca “bedelli”ye müracaat ettin?..

“Bedelli”ye müracaat ettiysen, bu demektir ki “çürük” raporun “sağlam” değildir!..

UĞUR DÜNDAR’DAN SÜMENALTI!

Ben, olayın “raporun çürüklüğü” veya “bedelli”ye niye müracaat edildiği boyutuyla ilgilenmiyorum... Buna karar verecek olan, elbette “yetkililer”dir!..

“Sahte çürük raporu”nun altında “kimin imzası” varsa, ya da “bedelli askerliği” kim onayladıysa, elbette onlar bir “savunma” yapacaklardır.

Bu olayda, beni asıl ilgilendiren, “Uğur Dündar’ın tavrı” olmuştur.

Arkadaşlarımın söylediğine göre;

Aziz Yıldırım’ın aldığı “çürük raporu”nu eline geçirenler, “araştırmacı”(!) gazeteci Uğur Dündar’a gitmişler... “Al sana belge, buyur yayınla” demişler... Ama Uğur Dündar, çevresinden gelen “rica”(!)ları kıramayıp, o belgeyi “sümenaltı” etmiş!..

Hatta, iddialara göre;

“Belgeleri yayınlamama” karşılığında, kendisine “Fenerbahçe yönetiminde bir yer” teklif edilmiş!..

O da kabul etmiş ve “çürük belgesini sümenaltı etme” karşılığında, bir dönem “Fenerbahçe yönetimi”nde yer almış...

Bu iddialar “doğru” mudur, “iftira” mıdır, orasını bilmiyorum... Ama ne yalan söyleyeyim; Uğur Dündar’ın “makam ve mevki” uğruna “mesleğin onuru”nu ayaklar altına aldığı iddiası, beni son derece şaşırttı...

Şimdi, Uğur Dündar konuşmalıdır!..

Ama; “Şerefsizler!.. Haysiyet cellatları!.. Bu iddialar doğruysa, Taksim’de kendimi asarım!” demeden!.. İddiaları, “bütün açıklığı” ile cevaplamalıdır!..

Aksi halde;

Bu çamur üzerinde kalır!..

DİNDARA SALDIRMAK MODA!

Gelelim Serra Yılmaz hikâyesine...

İnanır mısınız;

Bu kadın kimdir, necidir ve ne iş yapar. bilmiyordum... Adını hiç duymamıştım...

Meğer “oyuncu” imiş!.. Çeşitli “film”lerde adını duyuran biriymiş!.. Özellikle de, İtalya’da çok çok iyi tanınır, “ödül”ler alır, meselâ Sicilya’da pazarda dolaşırken “kasabın karısı” bile onun boynuna atlarmış!..

Onu tanıtırken, özellikle “kasabın karısı”na vurgu yapılmasını pek anlayamadım.

Serra Yılmaz’ın boynuna niye başka birisi değil de “kasabın karısı” atlıyor?..

Serra Yılmaz, “obez” derecesinde “şişmandır” da, kasabın karısı, “Bundan iyi et çıkar” diye düşündüğü için mi atlıyor boynuna?!?

Her neyse...

İş bu kadın; bu ayın başlarında Balçiçek İlter’in programı “Söz Sende”ye konuk olmuş ve “bedeninden büyük lâflar” etmiş!..

“Aydın” geçinen herkes gibi o da “saçmalama özgürlüğü”nü kullanmış!..

Bakın sarf ettiği sözlere:

“Ben aslında insanların kapalı olmasından hiç hoşlanmıyorum... Bazen korkuyorum başörtülülerden.

Geçen gün hastaneye gittim, içeri girdim simsiyah bir öcü geldi üstüme. Korktum, korkutucu geliyor bana.”

Arkasından da eklemiş:

“Ben bu ülkede inanan kesimin fazla ezildiğini düşünmüyorum. İşkence görüp şu anda toprağın altında ne idüğü belirsiz çukurlardan kemiği çıkanların yanında; ‘Başımı bağlayarak üniversiteye gidemedim’ çok büyük bir baskı örneği değil. İnsan utanır. Manevi bir işkence olarak da görmüyorum bunu. Laikliğin olduğu bir ülkede böyle şeyler olabilir. Ama başını örtmek konusunun kadınlara karşı kullanılan bir araç olmasını da istemiyorum. Ben aslında insanların kapalı olmasından hiç hoşlanmıyorum. Ama bu bir tek beni ilgilendirir, onları ilgilendirmez. İstediği gibi örtünüp çıksınlar.”

DEDE, BAK ÖCÜ!

Söylenecek söz çok... Ama Melih Gökçek, söylenmesi gerekeni söylemiş;

“Serra hanım benim torunlar da seni televizyonda görünce korkuyorlar. Geçen gün televizyon açıktı, sen çıktın... Çocuklardan küçük olanı ağlamaya başladı. Oğlum niye ağlıyorsun diye sordum, ‘Dede öcü’ dedi... Anlatmayacaktım ama başörtülülere dil uzatınca şahit olduğum olayı anlatma ihtiyacı duydum... Sen sen ol, bir daha başörtülülere dil uzatma...”

Melih Gökçek, “twitter”dan bu açıklamayı yapınca, arşivden Serra Yılmaz’ın “fotoğraf”larını indirttim...

Bir de baktım ki;

“Öcüüü!..”

“Kadın” mıdır, “erkek” midir belli değil... “Oyuncu” mudur, Sarayiçi çayırında güreşen bir “pehlivan” mıdır, o da belli değil!..

“Bazı kadınlardan daha kadınım” diyor ama, ona “kadın” diye bakacak bir erkeğin, “kırk yıl kadın yüzü görmemesi” gerekir!..

Bana göre;

“Kısa saçları”yla, bir “kadın”dan daha çok bir “güreşçi”ye, bir “halterci”ye daha doğrusu bir “sumo güreşçisi”ne benziyor!..

Hani, diyorum ki; başına bir “örtü” bağlasa, herhalde “kadın”a benzer!..

Ama, bu haliyle;

“Tam bir öcü!”

Anneeee... Öcü!..

Korkmamak elde değil!..



Arjantin... Sanki Türkiye!

Gazetelerde yer alan bir habere göre;

“Askeri darbelerin ülkesi” olarak nitelenen Arjantin’de bir “yüksek yargı mensubu”ndan önemli açıklamalar gelmiş...

Yargıtay üyesi Hâkim Raul Eugenio Zaffaroni, darbelerde ve askeri diktatörlük döneminde medyanın askerlerin isteği doğrultusunda suni gündem inşa ederek topluma korku aşıladığını söylemiş!..

Buenos Aires Üniversitesi’nin düzenlediği panelde 1976-1983 yılları arasındaki askeri diktatörlük döneminde yaşananları anlatan Zaffaroni, “Darbe için önce korku oluşturmak gerekiyor. Medya yoluyla topluma korku aşılayarak suni gündem oluşturuldu, toplumu felç eden dehşet ortamı inşa edildi” demiş...

Bu ifadeler, ne kadar da “tanıdık” geliyor değil mi?..

Ülkenin adı Arjantin, yargıcın adı Zaffaroni olsa da, sanki Türkiye’yi anlatıyorlar!..

“28 Şubat Darbesi”nde Türkiye’de de aynısı olmadı mı?..

“Askerlerle işbirliği” yapan “gazeteci”ler Türkiye’de de topluma “korku” aşılamadılar mı?..

Demek ki; “cuntacı”lar da, “medya” da, her ülkede aynı!..

Önceki ve Sonraki Yazılar
Hasan Karakaya Arşivi