İftiranâme mi, itirafnâme mi?
Muhteşem Yüzyıl, tarihi karalama kampanyasında ne ilktir, ne de son. Bu konuda yürütülen kampanyanın ilki, cumhuriyetin ilk yıllarında açıldı. Cumhuriyeti kuranlar, geçmişi kötüleyerek kendilerini millete kabul ettirebileceklerini zannettiler. Geçmişi o kadar kötüleyeceklerdi ki, herkes, Yatırım yok, iş yok, ekmek yok, ama geçmişten daha iyiyiz diye düşünecekti.
Pek öyle olmadı: Olsaydı Karabekir ve arkadaşlarının kurduğu Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile Fethi Okyara kurdurulan Serbest Cumhuriyet Fırkasına akın etmezler, Bizi kurtarın diye bağırarak, yeni partilerin peşine takılırlar mıydı?
Bugün eski karalama kampanyasından bir örnek sunmak istiyorum
Önümde, Cumhuriyetin onuncu yıldönümü münasebetiyle 1933 yılında yayınlanan, Osmanlı İmparatorluğundan Türkiye Cumhuriyetine: Nasıldı Nasıl Oldu? isimli, o zamanki yöneticilerin resmi görüşünü, resmi duruşunu ve temel amaçlarını açıklayan büyük boy bir kitap var
Cumhuriyeti yeni kuşaklara anlatma iddiasıyla yayınlandığı öne sürülen bu kitap, Vedat Nedim Tör ve Burhan Asaf tarafından hazırlanmış
Hem bir iftiranâme, hem de bir itirafnâme
Özet olarak, Osmanlı padişahları, Osmanlı devlet kurumları, toplumsal yapı ve toplumsal yapının dayandığı değerler aşağılanmakta, tarihi figürlere iftira yağdırılmakta, her şey karalanmaktadır.
Bu yapısıyla, kitap, cumhuriyeti anlatmak için değil de, sanki geçmişi yaralamak ve karalamak için hazırlandığını düşündürmektedir.
Padişahlar, Sarayın dört duvarı içinde soysuzlaşmış zulüm ve sefahat mirasyedileridir
Sultanlar millete inanmazlar, milletin gelişmesini istemezlerdi...
Sultan II. Abdülhamidin fotoğrafının altında, Uyanık gençliği boğan, zindanlarda çürüten Yıldız Baykuşu Kızıl Sultan Abdülhamit, Sultan Vahideddin'in fotoğrafının altında ise, Tahtını kurtarmak için memleketini satan Sevr simsarı vatan haini Vahdettin yazıyor.
Osmanlı Devleti'nin bu kitaptaki adı, Köle İmparatorluktur. Osmanlı insanı ise, Örümcek kafalı/ mürtecidir.
Gerçi o tarihte ortada henüz Cumhuriyet insanı yoktur, ama varmış gibi tanımlanmıştır: İnkılâp Türkiyesi'nin insanı, ışıklı bir kafa taşır. Bu kafada hiçbir yabancı hayat telâkkisine yer yoktur. Bu kafayı işleten motor, inkılâbın yüksek menfaatleridir. (bu motorun dizel mi, benzinli mi, gazlı mı olduğu belirtilmiyor. Ancak tahminim o ki, gazlı olması lâzım, çünkü bu kitap baştan sona havagazı!).
Ya İnkılâp insanının kafasında hiçbir yabancı hayat telakkisine yer yoktur denmesini ne yapmalı? Düşününüz ki, bunu söyleyenler tıpkı bir Alman gibi, bir Fransız gibi giyinmiş insanlardır. Bu yazıları da Alman-Fransız alfabesiyle yazmaktadırlar. Aynı zamanda bu insanlar, Batılılaşma hesabına milli ve dini tekmil değerlere savaş açmış insanlar. Bu o kadar böyledir ki, aynı kitapta Falih Rıfkıdan yapılan alıntı ile bu doğrulanıyor. Şöyle diyor Falih Rıfkı:
Arap harflerini bilmeyen okumuş çocukların sayısı 400 bini geçti. Dolaba attığımız son feslerin kırmızı çuhaları ve kara püskülleri çürüdü... Son medreselinin saçı ağardı. Bizim bütün gençliğimizce süren kavganın adı, eski-yeni kavgası oldu. Bu ad yanlış konmuştur. Bu kavganın asıl doğru adı eski ve yeni değil, iki medeniyet, iki kültür, iki çağ kavgasıdır. Bizim ismimiz gâvur, karşımızdakilerin ismi mürteci idi. Haç ve hilal gibi çarpışıyorduk.
Şimdi anladınız mı sevgili dostlarım, mücadelenin özünü ve özetini?
Haç ve hilal gibi diyor, Cumhuriyet ideologlarından Falih Rıfkı Atay. Ondan iyisini bilecek değiliz ya
Tarihimi karalayan filmleri, dizileri ve romanları bir de bu açıdan değerlendirmekte yarar var sanırım.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.