Müslümanlar ve Türkiye'nin Düzeni
Bizdeki bugünkü düzen, sistem, rejim nasıl bir düzendir?.. Müslümanlar arasında bu konuda hayli çeşitlilik ve çekişme var.
Önce düzeni ana hatlarıyla anlatalım: Kesinlikle İslamî bir düzen değil... M. Kemal'in ölümünden sonra çıkartılmış Kemalist ideolojinin tesiri azaldı ama büsbütün yürürlükten kalkmadı. Paralarda, pullarda, resmî dairelerde, okullarda, her yerde Atatürk portreleri... On binlerce, belki de yekun olarak yüz binlerce okulun, kurumun, caddenin, meydanın ismi Atatürk... M. Kemal'in ölümünden sonra yapılan Ankaradaki Anıtkabir bir tür Sezar mâbedi gibi... Laik bayramlarda, önemli açılışlarda, yabancı devlet başkanlarının ziyaretlerinde oraya gidiliyor, törenler yapılıyor, boyun bükülüyor, hazır olda duruluyor, kutsal deftere Atam huzurundayız yazılıyor... Bunu yapmaya İslamcılar bile mecbur. Dünyada iki devletin temsilcileri ve ziyaretçileri Anıtkabire gitmiyor. Biri İran, biri Arabistan... Ötekilerin gitmesi mecburî..
Ülkemizde pek yakın bir zamana kadar çok katı, amansız ve acımasız vesayet ve resmî ideoloji sistemi faşizm vardı. Gücü kırıldı ama büsbütün beli kırılmadı.
Egemen azınlık sistemini ve rejimini ayakta tutmak için 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 ve 28 Şubat darbeleri yapıldı, çok zulümler edildi.
Okullarda Kemalizm ideolojisine göre eğitim veriliyor.
Türkiye'nin çoğunluğu Müslüman ama Yahudiler cumartesi, Hıristiyanlar pazar günü tatil yapabilirken, Müslümanlar cuma günü yapamıyor.
Bugünkü düzenin bütün özelliklerini detaylarıyla anlatmaya kalksam, özetini yüz sayfaya sığdıramam.
İşte bu rejime Müslümanlar nasıl bakıyor? Bu konudaki çeşitliliklerden birkaçını yazayım:
Bir kısım Müslümanlar bu rejimi beğeniyor ve benimsiyor. Eskiden kötü idi, şimdi daha iyi diyorlar. Mantık bakımından hatâ ediyorlar.
Eskiden kötü olan bir şey bugün daha iyi olamaz. Olsa olsa "Daha az kötü" olabilir.
Bir kısım Müslümanlar ise ehven-i şerdir diyorlar. İslam fıkhının bir kuralı vardır: Ehven-i şerreyn ihtiyar olunur... Bugünkü Türkçe ile: İki kötüden hafif olanı seçilir demektir.
Arapçada birkaç çoğul vardır. İkili çoğula tesniye denir. Şer bir kötülük, şerreyn iki kötülük...
İki şerrin yanında başta iyi bir şık veya şıklar varsa şerler değil, iyi olanlar seçilir.
Bazı Müslümanlar mevcut düzene particilik taassubu ve holiganlığının pembe gözlüğüyle bakıyor ve tenkit edilmesini istemiyor. Onlara göre bugünkü düzen iyidir, yahut en azından eskisine göre iyidir, her geçen gün iyiye gitmektedir, tenkit edilmemelidir, desteklenmelidir.
Hepsi için söylemem ama bazı dinî cemaatler veya sektler de düzencidir.
M. Kemal'e evliyuallahtandır diyen bazı tarikat şeyhleri olduğunu duydum. Onlar Kemalizme vurulan darbelerden çok üzülüyordur ve içleri kan ağlıyordur her halde...
Milyonlarca Müslüman yeterli derecede din kültürüne sahip değil. Okullardaki mecburî din derslerinde gerçek İslama uymayan bilgiler veriliyor, beyinler yıkanıyor. Resmî din kitapları besmeleyle başlamıyor, Atatürkün tam sayfa portresiyle ve onun karşısında Gençliğe Beyannamesiyle başlıyor.
Vesayet rejimi, Derin Devlet, Gizli Yahudiler ve öteki derin güçler Müslüman çoğunluğu bölmüş, parçalamış, ortaya bir İslam Protestanlığı mozaiği çıkartmıştır. Bunların bir kısmı laiklikten yanadır.
Peki Müslümanların içinde İslamî bir düzen taraftarı olanlar yok mudur? Vardır ama onlar da parçalanmıştır.
Halkın bir kısmı Ehl- Sünnete dayalı bir sistem istiyor.
Bir kısmı İran Şiî modelini benimsiyor.
Bir kısmı Vehhabî Selefî modelini.
Bununla da kalmıyor... Mezhepsizler... Telfik-i Mezahib'çiler... Aktivist Müslümanlar... Mısırlı ve Pakistanlı modernistler ve reformcuların peşinden gidenler...
Sözü uzatmayayım: Türkiyenin bugünkü düzeni kesinlikle İslamî değildir. Bu düzende İslam'a, Kur'ana, Sünnete, Şeriata temelden ve esastan
aykırı çok zıt çok hükümler vardır. Bugünkü düzene İslamî diyebilmek için çok cahil olmak gerekir.
Bazı devlet adamları Cuma namazına gidiyor ve eşleri başörtülü diye Kemalist rejim Müslüman olmaz.
Bu gibi konularda halkı şahıs ve kurum olarak kimler aydınlatıp bilgilendirecektir?
Medreseler kapalı olduğu için icazetli ulema ve fukaha yoktur veya çok azdır.
Diyanet Kemalist rejiminin bir genel müdürlüğüdür. 19 Mayıs hutbelerinde M. Kemal'e minberlerden rahmet okutmaktadır.
Ümmet teşkilatı yoktur.
Rejimden bağımsız bir Ulema Şurası Fetva Merkezi yoktur... Binaenaleyh düzen konusunda her kafadan ayrı ses çıkmaktadır.
Ehl-i Sünnet Müslümanları birleşseler, Kur'anın ve Peygamberin (Salat ve selam olsun ona) istediği gibi tek bir Ümmet olsalar, başlarında, kendisine biat ve itaat edilen hakikî ve ehliyetli bir İmam-ı Kebir bulunsa bugünkü kaos, anarşi ve tefrika olmazdı.
Benim düzen hakkındaki görüş ve fikrimi soran olursa, cevabım: Kesinlikle benimsemem, doğru ve hak bulmam. Değişmesini, yerine hak ve âdil bir düzen gelmesini isterim. Tedbir alınmadan, alternatifi hazırlanmadan paldır küldür gümbür gümbür yıkılmasından korkarım, çünkü o takdirde Müslümanlar da enkaz altında kalır.
* (İkinci yazı)
Gerçek Âlim, Gerçek Fakih ve Gerçek Şeyh Asla Gururlu ve Kibirli Olmaz
Resullah (Salat ve selam olsun ona) ile biatli ve irtibatlı olan gerçek din alimleri, fakihleri, mürşidler (ki onların hepsi icazetlidir) kesinlikle gururlu, kibirli değildir. Onlar, kendilerini aşırı şekilde övdürmezler, erbablık taslamazlar.
Biz öyle bir Resulün ümmetiyiz ki, "Ben Âdem oğullarının Seyyidiyim" buyurmuş ve akabinde "Bunu fahr etmek için söylemiyorum" cümlesini ilave etmiştir.
O Resul-i Kibriya herkesle görüşürdü. Çocuklarla bile ilgilenir konuşurdu. Bir meclise geldiğinde safları yara yara gidip baş köşeye oturmaz, nerede boş yer varsa oraya ilişirdi.
Mescidi temizleyen zenci bir kadıncağız vardı. Kimsesiz, fakir, itibarsız... Bir gün onu göremedi Efendimiz, sordu "O kadın nerede?" Öldü, cenazesini defn ettik dediler. Üzüldü, kırıldı, "Bana niçin haber vermediniz?" dedi. Kabristana gitti, cenaze namazını kıldı, bağışlanması için dua etti.
Gerçek İslam hocaları, gerçek fakihler, gerçek mürşidler, gerçek şeyhler, gerçek din büyükleri; Resulullah Efendimizin yolundan giden, Sünnetini hayata uygulayan kimselerdir. Onlarda gurur, kibir, nefsaniyet olmaz. Onlar asla büyüklük taslamazlar. Büyüklük Allaha mahsustur.
Selatin-i Âl-i Osman (nevvarallahu kuburihim) Efendilerimiz yollardan geçerken, kendi paralarıyla tuttukları münadilere "Padişahım, senden büyük Allah var!" diye nida ettirirlermiş.
Hazret-i Ömer Kudüs'ün anahtarlarını almak üzere yanında birkaç kişi ile yaptığı uzun ve yorucu yolculuktan sonra mukaddes şehre yaklaştığında kendisini karşılayan kumandanları, üzerlerindeki elbiseler ve atlarının takımları güzel ve şatafatlı olduğu için azarlamış, onlar da buranın adetidir, halk baştakilerin kılığına bakar diye beyan-ı mazeret eylemişlerdi. Faruk hazretlerinin gömleği yolda yırtılmış ve kirlenmişti. Bana ödünç bir gömlek verin, onu giyeyim, benimkinin de hemen yırtığını dikin ve yıkattırıverin demişti. Verilen gömlek ketendendi. O zamana kadar hiç keten kumaş görmemişti. Bu nedendir demiş, ketendir cevabını alınca hayret etmişti.
İslam alimlerinde, fakihlerde, mürşid ve şeyhlerde enaniyet, gurur, kibir elbette olmaz. Çünkü bunlar İslam ahlakına, fazilete aykırı kötü mezmum huylardır.
Mağrurlar ve mütekebbirler gerçek, muhlis, mürüvvetli alim, fakih, şeyh, mürşid değildir.
Bendeniz eski şeyhleri gördüm. Birbirlerini ziyaret ederlerdi.
Merhum Adanalı Sami Efendi hazretleri her bayram Eminönü müftüsü Yekta Efendi hazretlerinin ziyaretine gelirdi. O muhterem zat o kadar mürüvvetli idi ki, Yekta efendi vefat ettikten sonraki bayramda da damadı Emin Saraç hocaefendinin ziyaretine gelmiş, "Aman efendim, niçin zahmet buyurdunuz, biz sizin ziyaretinize gelecektik" denilince, "Siz, o merhumun bize bir vediasınız, hiç ziyaret etmez miyiz" mealinde cevap vermiştir.
Eski büyük ulema, fukaha, meşayih, mürşidler birbirlerini ziyaret ederler, bazısı zaman zaman bir araya gelip sohbet yaparlardı.
Abdülkadir Geylanî hazretlerinden sonra gavs olan Ahmed er-Rufaî hazretleri son derece mütevazı idi. Bir gün, ziyaretine gelen birisi, şehrin öbür ucunda hasta ve perişan bir köpek gördüm. Uyuz olmuş, derisi iğrenç yaralarla kaplı, kimse yanına yaklaşıp da onu tedavi etmiyor, karnını doyurmuyor deyince o devirde Resulullah Efendimizin varisi, vekili, halifesi durumunda olan o mübarek gavs, yanına bir yardımcı almış, gitmiş köpeği bulmuş, yaralarını eliyle temizlemiş, yıkamış, üzerine merhem sürmüş ve zavallı hayvancağızın karnını doyurmuştu.
Asr-ı Saadette yemeklerin en mütevazı olanı paça çorbası idi. Fahr-i Kainat efendimiz "Paça çorbası yemeğine davet edilseniz, icabet ediniz, gidiniz" buyurmuşlardır.
Gerçek ulemanın, gerçek fukahanın, gerçek şeyhlerin, gerçek mürşidlerin, gerçek büyük hizmetkarların birbirleriyle buluşmaları, sohbet etmeleri, Ümmetin meselelerini müzakere etmeleri, istişare etmeleri gerekir.
Dervişlik gurur ve kibir kabul etmez... Şeyhlik ve mürşidlik ise hiç kabul etmez...
Müslümanın büyüklüğü ve kemali tevazu ve mahviyet iledir.