“Türk” sadece “etnik” bir ad mıdır?
“Türk” kavramı etrafında yorumlar, tartışmalar günün konuları arasında yer alıyor. 1995 yılında bir vesile ile kaleme aldığımız yazıyı, çok az kısaltarak ve bir iki kelime değişikliği ile okuyucularımıza sunmak istiyoruz:
Aylık “İzlenim” dergisinin “İslâm ve modernlik” konusuna tahsis edilen Kasım 1995 sayısında değerli ilim adamımız Prof. Hayreddin Karaman’ın “Kimliğimizin iki unsuru ve çağdaşlık” yazısını bugünlerde tekrar okudum. Değerli Hoca engin birikimi ile kimliğimizin iki unsurunu “müslümanlık” ve “türklük” olarak tanımlıyor. Daha sonra da bunların çağdaşlık karşısındaki konumunu değerlendiriyor.
İslâmın kimliğimizin aslî unsuru olduğu, kendini müslüman sayan herkes tarafından tartışmasız kabul ediliyor. Bu hususta bir tereddüt yok. Fakat diğer unsur “türklük” üzerinde tereddütler, şüpheler, itirazlar ve redler var. Bu esasen netameli bir konu, fakat netameli de olsa bu konunun da tabu olmaktan çıkarılması, üzerinde konuşulması, düşünülmesi ve tartışılması gerekiyor.
Doğrusu biz bütün yanlış anlaşılmaları ve tepkileri de göze alarak konu ile ilgili bazı tesbitlerimizi okuyucularımıza iletmek istiyoruz. Hayreddin Karaman Hoca da Türk’ü etnik anlamda kabul ediyor. “O tabiî ve fıtrî olarak kimlik unsurumuzdur”, diyor.
Yaradılıştan sahib olunan ırkî, etnik “kavmî” kimlik şüphesiz reddedilemez. Ancak türklüğün bir hayli zamandır ırkı, etnisiteyi aşan bir anlama sahip olduğu da ayrı bir vakıadır. Bugün “Türk” tanımlaması içinde olan veya kendini öyle kabul eden geniş kitlenin gerçekten etnik veya ırkî anlamda “Türk” olup olmadıklarını tesbit etmek kolay değildir, hatta imkânsızdır. Ayrıca Türkiye’de mevcut farklı etnik menşelerden insanların evliliğinden doğan çocuklar ırkî ve fıtrî olarak nasıl tanımlanacaktır? Türk-Kürt, Türk-Çerkez, Arnavut-Gürcü, Kürt-Boşnak vs.vs. evliliklerinden olan çocukların tanımlamasını nasıl yapabiliriz? Ayrıca “Türk”ün sadece etnik bir kimlik olarak kabul edilmesi diğer bütün etnik kimliklerin kendi tanımlamalarını getirecektir. Bu ise sadece etnisite seviyesinde tanımlamalara bel bağlayan bir toplum demektir. Böyle bir toplumun parçalanması, atomize olması da kaçınılmazdır.
“Türk” neyin adıdır? Bu adı onlara kim verdi?
“Türk” Orta Asya’da hayli farklı menşelerden gelen etnik toplulukların dil ortak paydasında tanımlandığı bir üst kimliktir. Orta Asya kavimlerine toptan “Türk” diyenler de oraya fetih maksadıyla gelen müslüman araplardır.
Farklı kavimleri “Türk” tanımlaması içinde ele alan müslüman araplar olduğu gibi, türklerin Anadolu’ya gelişinden sonra bu ülkeyi “Türkiye” olarak adlandıran da Avrupalılardır. Çünkü doğudan gelen türkler Anadolu’da haçlılarla kanlı savaşlar yapmışlar ve onları bu topraklardan sürmüşlerdir. İşin ilgi çekici tarafı, Avrupalılar üzerinde yaşadığımız ülkeyi “Türkiye” olarak adlandırırken, türkler Anadolu’ya ısrarla “Rum” demeye devam etmişlerdir.
Müslüman türkler, Anadolu’ya ilk gelen türkler değildir. Bizans döneminde de Anadolu’ya çeşitli şekillerde Türk toplulukları gelmişlerdir. Fakat onların müslüman türklerden sonra artık “Türk” tanımlaması içinde yer almaları mümkün değildir.
Türkiye’de türkçenin ve Türk kültürünün hâkimiyeti bir tesadüf sonucu değil, tarihî bir sürecin tabiî neticesidir. Abbasî hilafet otoritesinin zayıflaması sonucu, hilafeti reddetmeyen fakat kendi hâkimiyet sahası olan otoriteler/devletler ortaya çıktı. Bu devletlerin çoğu Türk hanedanlı devletlerdir. Mesela Gazneliler, mesela Selçuklular. İslâm dünyasının güçlü hükümetleri olarak etkili olan bu devletler, türkler İslâm kültürünü farsçanın hâkim olduğu şehir muhitlerinde öğrendikleri için resmî dillerini farsça olarak kabul etmişlerdir. Ayrıca hâkim oldukları coğrafyada -ki İran bu coğrafyanın merkezi konumundadır- farsça etkili bir dil olarak varlığını sürdürmektedir. Bu yüzden saraylarda türkçe konuşulsa bile, resmî dil farsça olmuştur.
Büyük Selçuklu Devleti’nin Anadolu şubesi olan Anadolu (Rum) Selçukluları da resmî dil olarak farsçayı kullanmışlardır. Mevlâna Celaleddin Rumî bu sebeple eserlerini farsça olarak yazmış ve böylece farsçanın gelmiş geçmiş dört büyük şairi arasına girmiştir. Ne zaman ki Selçuklu yönetimi gücünü kaybetmiştir, Anadolu’da fiilen etkili olan türkçe resmî dil olarak da ortaya çıkmıştır.
Selçuklu sonrası beylikler döneminde türkçenin Anadolu’da edebî bakımdan da geliştiğini biliyoruz. Mevlâna ile çağdaş fakat ondan daha genç olan Yunus Emre Anadolu’nun türkçe yazan ilk büyük şairidir. Mevlâna Selçuklu’nun son parıltısını yayarken, Yunus âdeta Osmanlı’nın şafağını müjdelemektedir. Osmanlı Devleti, müslüman Türk Devletleri içinde türkçeyi resmî dil yapan ilk devlettir. Onun yayıldığı sahalarda arapça ve farsça dışındaki diller üzerinde türkçe hâkimiyet kurmuştur. Osmanlı yönetimi altında kalan kavimlerin dilleri incelenirse, türkçenin ne ölçüde tesiri altında kaldıkları kolayca anlaşılabilir. Ayrıca türkçenin tesirinde kaldığı farsça ve arapçaya tesiri de bu dillerin sözlüklerine bakılarak görülebilir.
Osmanlı Devleti bir kimsenin yönetimde yer alması için iki nitelik aramıştır: Müslüman olmak ve türkçe bilmek. Müslüman olan ve türkçe bilen bir kimse kendini, hangi kavimden olursa olsun bu devletin padişahtan sonraki en üst kademelerine kadar yükselmiş görebilir.
Türkçe bilenler tabiî olarak iki grupta toplanabilir; birincisi ana dili türkçe olanlar veya müslüman kavimlerden olup da toplumun gerektirdiği şekilde türkçe bilenler. İkinci grup ise, devşirilerek yetiştirilenlerdir. Devşirme sisteminde bütün eğitimlerden önce, hem dinî hayatı yaşayarak benimsemek, hem de türkçe öğrenmek maksadıyla aileler yanına göndermek esastır. Devşirme çocukların aileler yanına gönderilmesine “Türk üzeri vermek” denilirdi. Bu durumda, Osmanlı Devleti’nin yönetim kademesinde yer alan kişilerin İslâm ve türkçe yanında “Türk üzeri verilerek” kazanılan bir “müslüman Türk kültürü”ne sahip kılındığını söyleyebiliriz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.