Anıtkabir ağlama yeri mi?
“Haşimî Ürdün”ün “emir”i mi, “melik”i mi demek lâzım? Bu sorunun cevabını araştırmadan “kıralı” deyip geçiyoruz.
Şimdi resmen “melik” kullanılıyor. Bu “kıral”ın karşılığı olabilir. 1946’ya kadar, Ürdün İngiliz mandasında, himayesinde bir emirlikti. 1946’da müstakil bir devlet olarak tanındı, Ürdün emiri böylece “melik” oldu. Yani bugünkü Ürdün meliki kıral olarak anılabilir. Fakat, onun dedesi 1. Abdullah 1946’ya kadar emir (türkçesi: Bey) idi. Bunun batı protokolündeki karşılığı “prens”dir.
Haşimi Ürdün Emiri 2. Abdullah Türkiye’yi ziyaret ediyor. Türkiye’nin devlet protokolünde Anıtkabir ziyareti ilk sırada yer alıyor. Birçok ülkede “meçhul asker” anıtı ziyaret edilir. Türkiye henüz bu safhaya gelemedi. Abdullah’ın Anıtkabir ziyaretinde gözyaşı dökmesi olmasa, bu ziyaretin bir fevkaladeliği yok. Kıralın gözyaşları nasıl anlaşılmalı?
Geçenlerde Ürdün başbakanı bir laf etti: “Büyük ağabey coğrafyamıza döndü” diye…
Türkiye’nin Osmanlı mirasına sahip çıkması anlamında bir sözdü bu.
İngilizler, 1. Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı Devleti’ni yakmaya, hilafeti ortadan kaldırmaya kesin olarak kararlaştırdılar. Savaşın akışı, onların bu projelerinin uygulanmasına fırsat verdi. Önce Şerif Hüseyin’i ikna ettiler. Ona verdikleri yem Mersin’den Hint Okyanusu’na kadar “Büyük Arap kırallığı” idi. Hüseyin, 1916 haziranında Osmanlı’ya isyan etti. Çok ciddi bir gerekçe de bulmuştu: İttihatçılar kurda tapıyor! Bu bir “Arap isyanı” değil, Hüseyin’in bedevilerden oluşan askerleriyle bir kalkışması idi. (Silahlı gücü 4-5 bin kişiyi geçmiyordu).
Hüseyin büyük Arap kıralı olabildi mi? Hayır! İngilizlerin yardımı ile Medine hariç, bölgeyi ele geçirdi. Kendini Arap kıralı ilan etti. Fakat destek bulamadı. İslâm dünyası ise Hüseyin’e Osmanlı’ya isyanından ötürü lânet yağdırıyordu.
İngilizler onu değil, iki oğlunu kıral yaptı! (Abdullah’ı Ürdün, Faysal’ı Irak). Hüseyin de Hicazı ele geçirmeye çalışan Suudilerle mücadeleye girişti. Hilafetin kaldırılmasından sonra kendini halife ilen etti ama ciddiye alınmadı. Hilafetin kaldırılmasından 6 ay sonra Suudiler Mekke ve Medine’yi ele geçirerek onun hilafet iddiasını tamamen boşa çıkardı! Hüseyin İngilizlere sağındı, Kıbırıs’a gitti. 1930’da hastalanınca oğlu Emir Abdullah’ın yanına geldi ve bir sene sonra öldü. Allah onu sağlığında zelil etti!
Ya Abdullah? Babasının eremediği saadete kısmen eren, Haşimî Ürdün meliki olan Hüseyin’ini oğlu, İstanbul’da yetişmişti, çok iyi türkçe biliyordu. 1937’de Ürdün emiri olarak Türkiye’yi ziyaret etti. Atatürkle türkçe konuştu. Yalnız kaldıklarında bir ara, ingilizlerden şikâyetçi oldu. Atatürk, “sus” işareti yaptı. Kulağına “mutlaka duyarlar” diye fısıldadı.
Türk hariciyesinin büyük isimlerinden Dışişleri Bakanlığı da yapmış olan Feridun Cemal Erkin, hatıratının 1. cildinde, ondan bahsediyor. 1941 yılının başında Lübnan, Suriye ve Mısır’ı ziyaret etmektedir. Abdullah onu Amman’a davet eder.
“Emiri Şeria nehrinin karşı yakasında Şu’n’e ovasında, âdeti vechile, çadır kurmuş vaziyette buldum. Beni yemeğe alıkoydu. İstanbul’da büyümüş, okumuş, Şura-yı Devlet’te (Danıştay) üyelik vazifesi görmüş, türkçeyi en fasih şivesiyle konuşan bu eski İstanbul efendisi emirle günün olayları hakkında hasbihal ettiğimiz sırada, bir münasebet düşmesi üzerine, başbaşa kalmış olmaklığımızdan da yararlanarak, şu ibretli hikâyeyi anlattı:
“Müttefikler, daha doğrusu ingilizler, babamı Osmanlı idaresine isyan edip, imparatorluğun düşmanlarıyla işbirliği yapması karşılığında, kendisini Hicaz kırallığına getirmek vaatlerini tuttular. Babam gerçi Hicaz kıralı oldu; fakat bir süre sonra vahabiler kendisini düşürdüler, Kıral Suud onun yerine geçti. Babam İngilizlerin himayesi altında Kıbrıs’a yerleşti. Orada hastalandı. Kendisini Amman’a aldım, uzun müddet hasta yattı, çok ızdırap çekti. Günün birinde ikindi vakti, sarayın bandosu, öteden beri âdet olduğu üzere bahçede konser veriyordu. Hava sıcak, pencereler açıktı. Bir aralık bando hepimizin bildiği İzmir marşını çalmaya başladı. Babamın birçok eski hatıralarını hafızasında canlandırmasını önlemek için pencereyi yavaşça kapattım. Bana seslendi: Evlat neden o pencereyi kapatıyorsun? İzmir marşının bana eski günleri hatırlatmaması için değil mi? Ben velinimetine ihanet etmiş âsi bir kulum, günahım büyüktür. Kral olacağımı sandım, Tanrı beni sürgüne düşürdü. Hasta oldum, buraya sığındım. Bırak pencereyi aç, şu marşı dinleyeyim, duyduğum vicdan azabının şiddeti, o eski hatıraların canlanması ile büsbütün artsın; bu dünyada çektiğim ızdıraptan artan vicdan azabıyla büsbütün ağırlaşsın, ta ki Cenab-ı Hak bu günahkâr kulunu dünyada affederek, âhirette hesap gününde daha büyük cezadan korusun.”
Erkin, dehşet veren bu hikâyeyi derin bir şaşkınlıkla dinlediğini, heyecan içinde titrediğini anlatıyor. O zamandan beri bu korkunç akıbeti hiç aklından çıkmaz. Hüseyin’in büyük oğlu Faysal esrarlı bir şekilde zehirlenerek ölmüştür. Onun oğlu bir gezintiden dönerken yolda arabası garip bir şekilde ağaca çarparak ölür. Torunu Irak kıralı Faysal da bütün yakınlarıyla birlikte 1958 Irak ihtilalinde öldürülür…
Ya Abdullah? O da Kudüs’e giderken bir arabın hançeri ile can verir. Oğlu Tallal çıldırır, İstanbul’da bir hastahanede ölene kadar gözetim altında tutulur…
Abdullah’ın gözyaşlarının sebebi araştırılırken bu aile geçmişi hatırlanmalı.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.