Çanakkale... “Ben” gidenlerin “Biz” olarak döndüğü yer!
Yazarımız Yavuz Bahadıroğlu’nun, merhum Turgut Özal ile bir Japon heyeti arasında geçen görüşmeyi anlattığı bir yazısı vardı... 8 Ağustos 2005 tarihli yazının özeti şöyleydi:
“Rivayet o ki, rahmetli Turgut Özal’ın Başbakanlık döneminde Türkiye’ye Japonya’dan bir eğitim heyeti gelmiş. Heyet, Türkiye’de incelemelerde bulunduktan sonra, Türk heyetiyle bir toplantı yapmışlar... Bir ara söz çocuklarda “millî şuur” oluşturmaya gelince, Japon heyetin başı bunu nasıl başardıklarını anlatmış. Demiş ki:
“Çocuklarımız ilkokul çağına bile gelmeden bazı ‘şok testler’ uyguluyoruz. Mesela uçak hızında giden trenlere bindiriyoruz. Çok katlı yollardan geçiriyoruz. İleri teknoloji üreten tesisleri gezdiriyoruz. Gördükleri gelişmişlik karşısında çocuklarımız şok oluyorlar.
İlk şoktan sonra onları Hiroşima’ya götürüyoruz. Dehşeti gözleriyle görüp yaşıyorlar. Bomba atıldığından beri hiçbir bitkinin yetişmediği alanları geziyorlar...
Ondan sonra alıyoruz karşımıza, ‘Eğer siz yeteri kadar çalışmaz, diğer devletleri geçmezseniz, vatanınız işte böyle bombalanır, anneniz babanız böyle öldürülür. Toprağınızda bir çiçek bile yetişmez olur’ diyoruz.” Bizim yetkililer; “İyi ama bizim Hiroşima’mız, Nagazaki’miz yok ki” deyince, Japonlar şöyle konuşmuşlar:
“Ama Çanakkale’niz var! Çanakkale, bizimkilerden çok daha çarpıcı bir örnek. O bölge çocuklarınıza ve gençlerinize millî şuur ulaştırmak için tam bir laboratuvar. Öğrencileri kafileler halinde Çanakkale’ye götürüp gezdirin ve ikiyüz elli bin şehidinizin hikâyesini anlatın. Yeterince çalışmazlarsa, başlarına bugün de benzer şeylerin gelebileceğini söyleyin.””
Evet, Japonlar “formül”ü bulmuşlardı... “Hiroşima ve Nagazaki’yi yeniden yaşamak istemiyorsanız, ilerlemeye devam edin!” diyorlardı çocuklarına...
Aynı “formül”ü bize de tavsiye ediyorlardı:
“Sizin de Çanakkale’niz var!”
Evet, “Çanakkale”miz var!..
“Geçilmez” dedirttiğimiz Çanakkale’miz!..
Rahmetle andığımız “şehit”lerimiz var!..
Ve elleri öpülesi “gazi”lerimiz!..
Acaba bu “şehit” ve “gazi”lerimiz olmasaydı, “Türkiye” olur muydu?..
Bugünkü “Türkiye”yi onlara borçluyuz!..
Allah, onlardan razı olsun...
VALİ BEY’İ KUTLUYORUM
Bugün 17 Mart...
Yarın da 18 Mart... Yani “1915 Çanakkale Zaferi”nin 98. yıldönümü...
Çanakkale... “Dünyayı yenenlerin yenildiği” ve de “etin, kemiğin çeliğe galip geldiği”, dahası; merhum Mehmet Akif Ersoy’un, “Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor, bir hilâl uğruna Yarab ne güneşler batıyor” dediği, “253 bin şehidimiz”in son uykularını uyudukları, “millî birliğimizin çimentosu” olan bir yer, büyük bir zafer...
Çanakkale Valisi Güngör Azim Tuna’nın koordinesinde Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin’in de katkısıyla, bu yıl; “Biz değil miydik?.. Şehit Torunları Buluşması” adlı bir proje gerekleştirilecek... Proje kapsamında, kutlamalar “81 vilayet”e yayılacak.
“Zaferin 98. yıldönümü” dolayısıyla; Çanakkale Valiliği, dergi ebadında 40 sayfalık bir kitapçık hazırlamış ki; ne yalan söyleyeyim, onu okurken, zaman zaman gözyaşlarımı tutamadım... Kitapçığın hazırlanmasında emeği geçen herkesi tebrik ediyorum...
Vali Güngör Azim Tuna, şöyle “takdim” etmiş Çanakkale Savaşı’nı;
“1915’te verilen mücadele birlik ve beraberlik içinde nelerin üstesinden gelebileceğimizin müşahhas örneğidir. Çanakkale’de yan yana yatan, kaderleri birlikte çizilmiş, ülkenin dört bir yanından gelen kahramanlarımızın bize söylediği çok şeyler vardır.
Acaba Arıburnu’nda patlayan toplarla havaya uçanların,
Acaba kanlı sırtta vatan uğruna kanları oluk oluk akanların, Conkbayırı’nda, Kirte’de Seddülbahir’de omuz omuza çarpışanların memleketleri neresidir?
Çanakkale cephesinde toprağa düşen kahraman mehmetçiklerimizin mezar taşlarına baktığımızda karşımıza üç kıtadan gelerek şehit olanların, yani kadim kültürümüzün harman olduğu destanlar coğrafyası çıkacağı muhakkaktır.
O yokluk ve yoksunluk günlerinde, bütün cihana karşı verilen bu kavgada birlik ve beraberlikle muvaffak olunmuştur... Çanakkale’de elde edilen zafer, neredeyse hiç teçhizatı kalmamış yokluk içindeki insanların dünyanın en büyük güçlerine karşı kazandığı kesin bir zaferdir. Bu zaferin kazanılmasında payı olan aziz şehitlerimizin her biri bizim yolumuzu aydınlatan meşaleler gibidir.
Şehitlikleri gezen Diyarbakırlı bir öğrencinin mektubunda dediği, “Ey torunlarımız ne haldesiniz, biz, siz beraber rahat yaşayın diye toprağa düşmedik mi? Sana diyorum Diyarbakırlı Mehmet, sana diyorum İstanbullu Hakan ne haldesiniz? Hani kardeşliğiniz, hani birliğiniz?” sözlerinin bizlere söylediği çok şey vardır.
Onlar değil miydi kenetlenip dünyaya meydan okuyan?
Onlar değil miydi Çanakkale’ye birlikte koşan?
Onlar değil miydi şehadeti yudumlayan?
Biz değil miydik Lazıyla, Türküyle, Kürdüyle, Çerkeziyle vatanımızı koruyan?
Tüm bunların cevabı “Çanakkale ruhu”nda yer almaktadır.”
MENDİLDEKİ SAÇLAR
Dedim ya;
Kitapçığı okurken, gözyaşlarımı tutamadım.
Buyrun, bir “mendil” hikâyesi: “Az ötede cesetlerin arasında bir şehidin cesedi dikkatini çekti... Yüzünde tebessüm hali vardı ve gözleri derin bir ufka bakar gibiydi... Ona doğru gitti. Avucundaki işlemeli mendili sımsıkı tutuyordu... Mendilin içinde yeni doğmuş bebeğin sapsarı saçları vardı... Mendili ve saçları şehidin koynuna soktu. Onu hürmetle kucaklayıp o mukaddes hatıralarıyla gömdü.
İşte onlar savaştı Çanakkale’de...
¥
Kitapçıktan bir bölüm daha:
“Çanakkale’ye gidin, orada cam levhalara yazılı vatan evlatlarının isimlerini okuyun... Doğum tarihlerine, çıkıp geldikleri memleketlere bakın... Yan yana aynı kabirde yatan babaları, oğulları görün... Orada bir gül bahçesi içinde olduğunuzu mutlaka hissedersiniz. Onları selamlayın ve bir Fatiha okuyun.
Orada kalpleriniz mutlaka “Çanakkale Ruhu”nu haykıracaktır. Çanakkale’de farklılıklarımızın nasıl eriyip gittiğini, ruhlarımızın nasıl tek bir kaba döküldüğünü hissedeceksiniz.
Oradan, “Ben” değil “Biz” olarak geri döneceksiniz.”
BOMBASIRTI VAK’ASI
Atatürkçülüğü; “niyete göre soyulan bir muz” haline çevirenlere Ruşen Eşref’in “Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal’le Mülâkat” adlı eserini okumalarını tavsiye ederim.
Kitabın 48’den başlayıp, 50. sayfaya kadar devam eden bölümünde, Atatürk, bakın nasıl anlatıyor “Bombasırtı Vak’ası”nı:
“Size Bombasırtı Vak’asını anlatmadan geçemeyeceğim... Karşılıklı siperlerimiz arasında mesafemiz sekiz metre... Yani, ölüm muhakkak... Birinci siperdekiler, hiçbiri kurtulamamacasına düşüyor... İkinci siperdekiler, onların yerine gidiyor... Fakat, ne kadar gıptaya şayan bir itidal ve tevekkülle biliyor musunuz: Öleni görüyor, üç dakikaya kadar kendisinin de öleceğini biliyor, fakat en ufak bir fütur bile göstermiyor... Sarsılmak yok!..
Okumak bilenler; ellerinde Kur’an-ı Kerim, Cennet’e gitmeye hazırlanıyorlar!.. Bilmeyenler ise Kelime-i Şahadet getirerek yürüyorlar!
Bu; Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren, şaşılacak ve övülecek bir misaldir.
Emin olmalısınız ki; Çanakkale Muharebesi’ni kazandıran, işte bu yüksek ruhtur!”
KÜRT-TÜRK OMUZ OMUZA
Çanakkale’de, öleceğini bile bile cepheye koşan “askerler” arasında “Kürtler” de vardır.
Çanakkale Valiliği’nin yayınladığı kitapçıkta, “Gelibolu’ya takviye için yola çıkan Kürt birlikleri”nin fotoğrafı da yayınlanmış ve altına şunlar yazılmış:
“Osmanlı Devleti, etnik kökene göre kayıt tutmadığı için Çanakkale’de hangi etnik kökenden kaç şehit olduğu bilinememektedir... Bir Osmanlı tebaası olan “Kürtler”in Çanakkale Savaşı’na katılması ve mücadele etmesi gayet mühimdir... Çünkü o dönemde “Kürt tebaa”nın yoğun yaşadığı Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde de hem “Ermeni Olayları” yaşanmakta, hem de Kafkas Cephesi ismi altında kıran kırana bir savaş yaşanmakta idi... Kürtlerin Çanakkale’ye koşmaları hem Kürt ahalinin Osmanlı’ya sadakatinin, hem de vatanın hiçbir parçasını ayrı görmediklerinin önemli bir kanıtıdır. Bugün, Çanakkale toprağında yatan Kürt şehitlerimizin kanı, sarsılmak istenen milli birliğimizi koruyup güçlendiren en önemli etmendir.”
ÖNCE HELALLEŞTİLER, SONRA!
“Çanakkale Savaşı” deyince; Yarbay Hüseyin Avni’den, Yahya Çavuş’tan ve hele hele Seyit Ali Onbaşı’dan bahsetmeden geçmek olmaz... Allah, mekânlarını cennet eylesin.
Onlarda nasıl bir “ruh” vardı, biliyor musunuz... Seyit Onbaşı’ya, “275 kilo ağırlığındaki top mermisi”ni kaldırtan ruh, nasıl bir ruhtu biliyor musunuz?..
Buyrun, bir hatıra daha:
“Kocadere Köyü’nde büyük bir sargı yeri... Yaralıların kimi Urfalı, kimi Bosnalı, kimi Sivaslı, kimi Halepli... Çok sayıda yaralı, derman beklemekte...
İçlerinden biri Lapseki’nin Beybaş Köyü’nden Halil... Son nefesinde komutana; “Ben... Ben, köylüm Lapsekili İbrahim Onbaşı’dan bir mecidiye borç almıştım. Kendisini göremedim; ölmek üzereyim. Ölürsem söyleyin, hakkını helâl etsin” der ve ruhunu teslim eder...
Ertesi gün, gelen yaralılardan şehit olanların künyeleri ve üzerinden çıkan eşyalar komutana ulaştırılmıştır... Şehit künyelerinden Lapsekili İbrahim Onbaşı’nın künyesi ve yanındaki not, komutanın dikkatini çeker...
Notta der ki;
“Ben, Beybaş Köyü’nden arkadaşım Halil’e bir mecidiye borç vermiştim. Arkadaşıma söyleyin, hakkımı helâl ettim.”
Çanakkale Savaşı’nı zafere dönüştüren ruh, işte bu ruh, bu inanç, bu imandır.
Hani, merhum Mehmet Akif’in yazdığı “Çanakkale Destanı” için, geçenlerde;
“Şiirdi, şuur oldu” demiştik ya, gerçekten de Çanakkale, Türkiye için bir “şuur” oldu, bir “çimento” oldu.
Ne olur, bu şuuru yaşatalım.
Japonların Hiroşima’sı, Nagazaki’si varsa, unutmayalım; bizim de Çanakkale’miz var.
Gidelim Çanakkale’ye...
“Ben” gidelim, “biz” dönelim...
Laikçilerin “gen”leri, başörtülü “Penguen”i görünce!
Hürriyet’in “iki göz”ü var... Biri Ahmet Hakan, diğeri “Mehmet”in kısaltılmışını kullanan M. Yakup Yılmaz... Olaylara “şaşı” bakıyorlar... Bir göz “kalk gidelim” derken, öteki göz “Halt etme, otur oturduğun yerde” diyor.
Ahmet Hakan, “Başörtülü penguen” olayında “TİMAŞ Yayınevi’nin açıklaması”nı hatırlatıp, kitabın “Hindistan menşeli, Virginia merkezli Amerikan Kaaps Books tarafından İngilizce olarak yayınlandığını” söylerken, M. Yakup Yılmaz, “kepenk”leri çoktan indirmiş, “önyargıyla” yazmaya devam ediyor: “Dişi penguen bile türban takıyorsa, insanlar için de normali budur fikrini, daha beş yaşındayken çocukların beynine sokuyorlar!”
Adam gazeteci... Mesleği gereği “uyanık” olmak zorunda... Ama, “kepenkleri kapalı” olduğundan gelişmeleri izleyemiyor... Dolayısıyla ortaya; “Kalk gidelim!.. Halt etme, otur oturduğun yerde!” durumları çıkıyor.
Aslında, “başörtülü penguen” resmi “tercüme” değil, “telif” olsaydı da aynı yaygarayı koparacaklardı... Çünkü, “başörtüsü düşmanlığı” bunların “gen”lerine işlemiş...
O “gen”ler, “penguen”i görünce, saldırıya geçti!..