Hızır’ın, Çanakkale Harbi’nde Yüreğine Baktığı Asker
Ah, Koca Seyit! Çanakkale Harbi’nden gâzi olarak dönenler her söz başında onun kahramanlığını anlatılırlardı. Uzun boyu, geniş omuzu ve gövdesiyle heybetli bir endamı vardı. Yaratan onu pehlivan olsun, tuttuğunu yıksın diye yaratmıştı. Hemşehrileri ve asker arkadaşları “Çam yarması gibi adam” derlerdi. 1913’de Balkan Harbine katılmış, Batı Trakya birliklerindeyken terhis edilmeden topçu eri olarak Çanakkale’ye gönderilmişti. Gâzi olarak köyüne döndükten bir yıl sonra İstiklâl Harbi’ne katılmış, yaralanmış, gâzâyı dost edinmişti. Onun gücü imanındandı.
“Müracaat et, sana madalya versinler, maaş bağlasınlar” diyenlere “Biz madalya için harp etmedik, ecrini Allah’tan bekledik” demiş, devletin verdiği maaşı kabul etmemişti. Ömrünün sonuna kadar bir fabrikada hamallık yaparak maişetini sürdürmüştü. Hiç şikayet etmemişti fakirliğinden. En mihnetli yıllarını devletine sitem etmeden geçirmişti. Kahramanlığını belli etmeden, dile dökmeden yaşamış, kendini önemli biri olarak devletine ve cemiyetine dayatmamıştı. Ondan geriye mertlik, cesaret ve dillere destan olan kahramanlığı kalmıştı.
Onun Çanakkale’deki kahramanlığını nasıl anlatsam ki? Ah, Çanakkale! Şehide doymayan cephe! Nice anaların, eşlerin yüreğini yakıp kavurmuştu. Vurulup vurulup şehitliğe tiryaki oluşun adıydı Çanakkale Harbi. Çanakkale mahşerini bilmeyen insan var mıdır? Ölüm acılıydı, ölüm Çanakkale’de daha acılıydı. Harp ağırdı, harp Çanakkale’de daha ağırdı.
Yüreğinde gazâ nağmeleri söylenmeye başladı Koca Seyit’in. “Mücadeleden geri kalmak olmaz, bana şimdi yeniden bir gün doğdu gazâ için” demişti. İngiliz’e Fransız’a haddini bildirecekti. Devlet-i âli’ye topyekûn savaş açılmıştı. Havran’ın Çamlık Köyü’nün yeşil dağlarından, zeytin bahçelerinden uzak kalsa da gidecekti Çanakkale’ye. Vuruşacaktı kâfirle, “mukaddeslerimi çiğnetmem” diyecekti.
Koca Seyit’in yüreği Balkan savaşlarında arkadaşlarının şehit oluşlarını göre göre bileylenmişti. Savaştığı her cephede feragat ve fedakârlığın timsali olmuştu. Her cephede yüreğini ve kefenini çıkarıp koymuştu önce. “Yüreğinde ne var?” dediklerinde, “Vatan-ı İslâmiyye var” demişti.
18 Mart 1915 tarihinde hava yaz sıcağı gibi sarmıştı Çanakkale’nin tabyalarını. Hafif rüzgâr Mecidiye Tabyası’ndaki askerlerin yüzlerini yalayıp geçiyordu. Bombardımandan nasibini almamış çiçeklerde hâlâ can vardı. Denizin üstünde uçuşan martılar, çalılıkların kuytularında tünemiş kuşlar, barut ve mermi ateşlerinden kirlenmemiş nebatat, çevreyi kana bulamak için gelmiş olan düşman zırhlılarının bir medeniyet canavarı olduğunu henüz bilmiyorlardı.
Ocean Zırhlısı cehennemin temsilcisiydi Çanakkale Harbi’nde. Katliam görevini acımasızca yerine getiriyordu. Nara Burnu civarında ölüm makinesi olarak konuşlanmış, Mecidiye Tabyası’nı top atışına tutmuştu. Tabyanın ortasına düşen top mermileri korkunç bir patlamayla ortalığı kızıl kıyamet gibi kavurmuş, askerlerin nârâları göğü sarmıştı. Yerler, tepeler kapkara dumandan gözükmüyordu. Taş, toprak ve mühimmat unsurları ateşten parçalara ayrılıyor ve askerler “Allahüekber” sesleri arasında şehitliğe yürüyorlardı. Bataryadan iki asker ve iki komutan hariç hepsi şehit olmuştu.
Bataryanın orta yerinde yatıyordu topçu eri Koca Seyit. Bir müddet baygın yattıktan sonra bir rüyadan uyanır gibi uyanmıştı. Üstü başı, semerli burnu, kumral teni toza ve barut islerine belenmişti. Az ötede sağ olduğunu anladığı bir asker daha vardı. Bir mahşer sonrası ölümden uyandırılıp yeniden bağışlanan bir hayata kalkmıştı. Boğazı yanıyor, ağzı kuruyor, “Ah, su!” diyordu. Çocukluk arkadaşlarıyla şırıl şırıl akan derelerde cumbuldadıkları günler aklına gelmiş, soğuk pınarlarını hatırlamıştı köyünün. Gözünün önünde serap oluşmuştu. Tabyanın cehennem mahşerine döndüğünü, top mermilerinin bataryanın üstünde ölüm çamuru gibi yağdığını hatırlamıştı. Kıpkırmızı gözlerine yüreğinden yaşlar gelmiş, arkadaşlarının cesetlerine ağlayarak bakmıştı. Gök ekinleri gibi biçilmişti arkadaşları. “Yarabbi sana sığınıyorum!” demişti.
Ocean zırhlısı “başarı” kazandığını sanıyordu. Hedef aldıkları Mecidiye Bataryası’ndan cevap gelmeyince “Bu iş tamam” diyorlardı. Birkaç hamle daha yapılırsa İstanbul’da olabileceklerini ve Anadolu Hamidiye’sine bağlı tabyaları ezip geçeceklerini düşünüyorlardı. Fakat Havranlı Koca Seyit’i hesaba katmıyorlardı.
Kendine gelen Koca Seyit, bir toptan başka hepsinin yok olduğunu görmüş, sonra bir Ocean’a, bir de yerdeki 215 okkalık top mermilerine bakmış, sağ kalan arkadaşına, “Yardım et, şunu kaldırayım” demişti. Arkadaşının, olduğu yerde donup kaldığını anlayınca top mermilerine doğru yürümüştü. Yağlı elleriyle merminin birini kavramaya çalışmış, fakat elleri kaymıştı. Ellerini toprağa iyice sürmüştü. Havran’da nice pehlivanların sırtını yere getirdiği, kocaman tomrukları sırtlayıp götürdüğü günlerini hatırlamış ve “Yarabbim sana sığındım” diyerek mermiyi tekrar kavramıştı. Kasları sökülürcesine, etleri ve kemikleri birbirinden ayrılırcasına kavramıştı mermiyi. Yüzü gerilmiş, kanlanmış ve terler boşanmıştı. Sarsılarak topun bulunduğu yere çıkmış, mermiyi topa sürmüş ateşlemişti. Fakat İsabet ettirememişti. Ocean yeniden ateşe başlamıştı. Koca Seyit’in etrafına şarapnel parçaları düşüyor, fakat aldırış etmiyordu.
İkinci kez bir mermiyi daha kavramıştı. Merdiveni geçmiş, mermiyi topa sürmüş ve ateşlemişti. Yine isabet ettirememiş, Ocean’ın gerisine düşmüştü top mermisi. Üçüncü kez de mermiyi aynı iman kuvvetiyle topa sürüp ateşlemişti. Bu kez de kıç tarafına düşmüş, gemi biraz sarsılmaya başlamıştı. Dakikaların bir asır gibi ölüm kalım berzahından geçercesine sürdüğü bu ânda bataryanın komutanlarından Alman yarbay ile Türk yüzbaşı sığınaktan onu hayretler içinde seyrediyorlardı. Yüzbaşı, “Yarabbi ne büyüksün!” diyordu.
Dördüncü kez bir mermiyi daha kasları yırtılırcasına kavrayarak topa sürmeyi başarmış ve ateşlemişti. Ölüm kusan Ocean’ın bacasına düşmüştü top mermisi. Ateşten büyük bir alev ve parçalar yağmur gibi saçılmıştı Gelibolu’nun mavi sularına. Ocean canavarı büyük bir yara almış ve bir daha top atışı yapamamış, hayâsızca saldırısı kesilmişti. Hilâl uğruna toprağa düşen askerlerin ruhaniyeti sevinçle dolaşmaya başlamıştı tabyalarda. Boğaz Harbi’nin rütbesiz kahramanı Koca Seyit, Asım’ın Nesli’ni ayağa kaldırmış, yüzünü ak etmişti. Geçirmemişti düşmanı Boğaz’dan.
Mecidiye Tabyası’nda sevinç ve zafer vardı. İstanbul’da, cümle Anadolu da şadumanlık vardı. Gece olmuştu. Gökte dolunayın ışığı bataryanın etrafını bir ümit ışığı gibi aydınlatıyordu. Sabahın seherinde serinlik çökmüştü Mecidiye Tabyası’na. Gün ağarmaya başlamış, barut ve kan kokulu tepeler görünmeye başlamıştı. Komutanlardan erlere kadar herkes Koca Seyit’e “Hızır’ın, yüreğine baktığı asker” demişlerdi. Bu mucizevî kahramanlığı gerçekleştirdiği anda Hızır Âleyhisselâm’ın gelerek onun yüreğine bakıp gittiğini söylemişlerdi. “Top mermisini tek başına nasıl kaldırdın?” diye soranlara, “O an gönlüm Allah’ın feyzi ile doluydu. Bu kuvvetimin sırrı o an Allah’ın ihsan ettiği bir şeydi. Dua ve rıza ile olmuştu” diyordu. Harpten sonra geldiği köyünde hemşehrileri Koca Seyit’in ellerine ve yüreğine bakıyorlardı.
Cevat Paşa ve bütün ordu duymuştu kahramanlığını. “Cevat Paşa gelecek, o kahramanı görecek’ demişlerdi. Paşa, Mecidiye Tabyası’na gelmiş ve “Gazânız mübarek olsun” dedikten sonra, “Mermiyi tek başına kaldırıp namluya süren, Ocean’ı vuran hangisidir” demişti. Yüzbaşı, “Buraya gel Seyit’ diye çağırınca Koca Seyit tekmil vererek durmuştu. Paşa, onu gülümseyerek süzmüş, “Aferin evlâdım; Allah senin gibi askerlerimizi daim kılsın, devletimizce ödüllendirileceksin, onbaşılığa terfi edeceksin, top mermisini kaldırırken fotoğrafın çekilecek” demişti. Koca Seyit dev cüssesiyle çocuk gibi utanmıştı. Paşanın ve bütün askerlerin yüzünde bir ışık dolaşıyordu. Bu ışık Koca Seyit’in kahramanlığından doğan ışıktı.
Gâziler bir bir dönmüştü köylerine. Bunların içinde en şanlısı Koca Seyit’ti. Çamlık köylüleri o yıl doğan kuzulara “Koca Seyit kuzuları”, taylara da “Koca Seyit tayları demişlerdi. İşte böyle hasbî bir kahramandı o. Yüreğinde vatan aşkı yürürlükteydi. Bir yanı tevazu, bir yanı mertlikti. Bundandır ki, Çanakkale ve Havran civarında mert bir insanı târif ederken ‘Koca Seyit karakterli’ derlerdi.
1939 Yılı, devletin gâzilik maaşını kabul etmeyen Koca Seyit için hüzünlü bir zamandı. Geçim meşakkatinden yorulmuş, hamallıktan bedence çökmüştü. Zatürre adlı bir hastalık peyda olmuş, vereme yakalanmıştı. Hamal arkadaşları ve akrabaları kaldırmıştı cenazesini.
Koca Seyit’in aidiyeti olduğu Millet-i İslâmiyye’nin değerlerini “redd-i miras” eden, Çanakkale zaferinin ruh ve inancından kopan Cumhuriyet’in despot şefleri ve generalleri yoktu cenazesinde. Çünkü Mecidiye Tabyaları’nda verdikleri "Ben size taarruzu değil, ölmeyi emrediyorum!" komutunu inkâr etmişlerdi. Koca Seyit’in öldüğü 1939’da bu sözün mânasının uzağına düşmüşlerdi.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.