Her İşte Özenle Bir Bit Yeniği Aranır
Hayatın normal, olağan akışından bu kadar fazla şüphe duyulduğu bir dönem daha var mıdır acaba? Antik dönem Atinasında septisizmin zirve yaptığı, şüphe etmenin bir alışkanlık olmaktan öteye ideal bir meslek/formasyon olarak pazarlandığı dönemin adeta kopyasıyla karşı karşıyayız. Tarihin tekerrürü denen durum böyle bir şey olsa gerek. Hemen her şeyden kuşku duyan, hiçbir olay ve gelişmeyi şüpheden azade kılmayan bir mantık örgüsü siyasal analiz yeteneği olarak cilalanıp takdim ediliyor. Üstelik şüphe üzerinden üretilen karamsarlık ve korku söylemiyle kimileri toplum üzerinde iktidar kurmaya, siyaset ve toplumun kurtulmaya çalıştığı vesayet rejimine hayatiyet kazandırmaya çalışılıyor.
Gerçeğin Yerini Gerçek Ötesi Tutar mı? Maalesef bu tuhaf söylem ve siyaset biçimi geniş toplum kesimlerinden önce kimi sağ-sol, muhafazakâr-liberal veya İslamcı-ulusalcı aydın-entelektüel sınıflar arasında popülarite kazanmış durumda. Bu sebeple aydın-entelektüeller arasında gerek Türkiye’deki gerekse de İslam coğrafyasındaki Müslüman halklar arasında heyecan yaratan mücadeleler, ağır bedeller ödenip kazanılan haklar, ümidi besleyip özgüven kazandıran atılım ve açılımların her biri için birer kulp bulma yarışı halen sürüp gidiyor. Hemen her gelişmede bir bit yeniği bulmayı marifet bilip vesvese üreten aydın ve entelektüeller, üstad ve önderler oldukça ne mutlu olunabilir ne de kimseye güven duyulabilir elbet. Mutsuz olmak için gerekçe üretmenin, güvensizliği yaygınlaştırmanın marifet sayıldığı sisli-puslu bir vasattan önce böylesine iç karartıcı atmosferleri özenle inşa eden söylem ve siyaset biçiminden kurtulmak gerekiyor.
Eskinin bölünme ve parçalanma uyarılarına eşlik eden şimdinin etnik veya mezhep savaşlarına sürüklenecek toplumlar şantajı eşlik ediyor. İlerlemeci tarih anlayışı tersine çevrilmiş de kötüye ve ilkele dönüşçü (geri/leme/ci) tarih felsefesi benimsenmiş adeta. Öcalan ve Netanyahu Kimleri Üzdü? Resmi ideoloji ve iktidar sınıflarının üretip kangrene dönüştürdüğü Kürt sorununun çözümü yolunda atılan adımlar görüldüğü gibi sadece Türk ulusalcılarını tedirgin etmekle kalmadı. Kürt ulusal hareketi ve ona eklemlenmiş sosyalist ve liberal siyasi kadroların bu süreçteki endişelerinin Kemalistler kadar olmasa bile tavan yaptığı gizlenecek gibi değildi. Çünkü Öcalan’ın AK Parti Hükümeti adına görüşmeleri yürüten MİT’le geliştirdiği söylem ve tercih ettiği siyasi rota eskiye oranla epeyce farklılaşmıştı.
Hatta Öcalan’ın Newroz dolayısıyla Diyarbakır’da okunan mesajı Kürt ulusal hareketi için tayin edilen resmi ideoloji ve rotadan “kopuş” olarak da okunabilirdi. Söylemlerinin ilk defa değişmediğini, Öcalan’ın pragmatik hatta oportünist kişiliğinin her türlü duruma hızla uyum sağlamaya müsait olduğunu delillendirmek için PKK uzmanı filan olmaya gerek yok. Ancak şimdiki söylem ve siyasi rota değişiminin öncekilerden temelden farklılıklar arz ettiğini de teslim etmek gerek. Çünkü Öcalan sadece Türk ve Kürt ulusalcılıklarıyla değil bunları üreten modernist paradigmanın günahlarıyla da hesaplaşmanın gereğine dikkat çekiyor. Sadece silahlı mücadelenin değil dinle, tarihle, insanın özüyle savaş(tır)an emperyalist ve despotik devletlere taşeronluk yapma devrinin de kapandığını ilan ediyor. Öcalan’ın mesajı bütün bir ülkede Kürt halkıyla sınırlı olmayan bir heyecan ve sevinç uyandırırken Kürt ulusalcılarına rehberliğe soyunmuş sosyalist ve liberal çevrelerde önce bir şaşkınlığa sonra da açık bir hüzne dönüştü.
Yaşamayı arzu ettikleri kanlı-çatışmalı ve de pür laik-ulusalcı Newroz sevinci çok şükür ki kursaklarında kaldı. Öcalan sadece zamanın değil mevcut iktidarın da ruhunu okuyup yeni bir konum alırken tarihin çöp sepetine atılmaktan kendini ve tabanını korumaya çalışıyordu. Ergenekon ve Balyoz davalarıyla tasfiye sürecine girmeden önce Kemalist oligarşinin Öcalan’a dikte ettiği mesajlarla alanlarda coşmaya alışmış profesyonel Kürt dostlarının “Eyvah! Önderlik de AKP’yle uzlaşmış” diye kederlenmesi boşuna değil. Öcalan’ın mektubu üzerinde metin tahlilleri yapıldıkça kederi artıp yolları ayrışacakları pek yakında hep birlikte göreceğiz. Kürt sorununun çözümü noktasında atılan adımların yoğunlaştığı ve belli bir başarı yakaladığı bir vasatta İsrail’den gelen özrü en alakasız yere bağlama çabaları gözlerden kaçmıyor tabii ki.
Mavi Marmara katliamı dolayısıyla İsrail’in resmen özür dilemesi Öcalan’ın mektubuyla üzülenlerin kederini katmerleştirdi. “Isırılamayacak kadar büyük lokma” olarak tasvir edilen İsrail’in kolunu büken siyasi iradeyi ABD’nin kuyruğuna takılmış gibi takdim etmek nedir biliyor musunuz? Hiç de masum olmayan bir misyonun kirli bir maskesidir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.