Hasan Karakaya

Hasan Karakaya

Şehadetinin 4. yılında Muhsin Yazıcıoğlu... Unutmadık, unutturmayacağız!

Şehadetinin 4. yılında Muhsin Yazıcıoğlu... Unutmadık, unutturmayacağız!

Tarih 25 Mart 2009... Kara haberin geldiği gün... Daha dün gibi... Ama, aradan “4 yıl” geçmiş... Hani, “üşüyorum” diyordu ya, havalar hâlâ soğuk!..

“Buz”lar hâlâ çözülmedi, “şüphe”ler hâlâ dağıtılamadı, “soru”lar hâlâ cevaplanamadı, “karanlık”lar hâlâ aydınlatılamadı... Merhum Muhsin Yazıcıoğlu’ndan, sevenlerinin ifadesiyle “Reis”ten söz ediyorum. Önceki akşam, Büyük Birlik Partisi tarafından, onun adına ödüller, evet; “Merhum Yazıcıoğlu Basın Ödülleri” dağıtıldı...

“Gazeteler” ve “televizyonlar”da yer alan “haber”lerin, “yazı”ların, “inceleme”lerin ve “kitap”ların sahiplerine ödüller takdim edildi. Akit, 4 ödüle lâyık görüldü. Sevinmemek mümkün değil. “4 ödül birden” almak, Muhsin Yazıcıoğlu’na ve onun “dâvâ”sına verilen desteğin takdir edildiğinin göstergesidir ki; başta Genel Başkan Mustafa Destici olmak üzere, “BBP kurmayları”na ve “Ödül Komitesi”ne gazetem ve arkadaşlarım adına teşekkür ediyorum...

Herkes bilir ki; Bu gazete, “Muhsin Yazıcıoğlu’nun sağlığında” onu hiç yalnız bırakmadı, yürüdüğü “Hak Yol”da, ona hep destek verdi, hep yanında oldu... “Kaza” denilen ama kesinlikle “cinayet” olduğuna inandığımız o meş’um olay sonrasında da, “olayı aydınlatma” yolunda çok “haber”ler verdik, çok “yazı”lar yazdık...

BİZ ONU ÇOK SEVDİK

Merak ettim ve arkadaşlarım Zekeriya Say ile Ahmet Oflaz’dan rica edip, “Araştırın bakalım” dedim; “Ayna’da Muhsin Yazıcıoğlu hakkında kaç yazı çıkmış?” Araştırdılar...

“63 yazı” yazmışım, iyi mi?.. Evet, sadece Hasan Karakaya’nın yazdığı yazı sayısı 63 adet... Bunların içinde, merhum Yazıcıoğlu’nun “siyasal görüş”leri var, “hatıra”lar var, “insanlığı” var, “kaza süsü verilen cinayet”le ilgili yazılar var... Düşünebiliyor musunuz; Sadece ben, “63 yazı” yazmışım...

Buna bir de; ödüle lâyık görülen arkadaşlarım Abdurrahman Dilipak’ın, Serdar Arseven’in ve merhum Abdürrahim Karakoç’un yazıları ile “Akit’in haberleri”ni ekleyin, ortaya, neredeyse “Muhsin Yazıcıoğlu külliyatı” çıkar...

Onu bu kadar gündemde tuttuk, çünkü biz, bu “adam gibi adam”ı sevdik. Çünkü biz; Bu “Yiğit delikanlı”yı sevdik. Çünkü biz; Onun “dik duruş”unu sevdik. Çünkü biz; Onun “darbecilere direniş”ini sevdik. Hani, “28 Şubat Cuntası”na kafa tutup, hep diyordu ya; “Namlusunu millete doğrultmuş olan tanklara selâm durmam!” Hani, hep diyordu ya; “Türkiye İran ve Cezayir olmaz...

Ama Türkiye’nin Suriyeleştirilmesine de izin vermeyiz!” Hani, 11 Kasım 1992’de TBMM’de yaptığı konuşmada diyordu ya; “Türkçe konuşanı, Kürtçe konuşanıyla hepimiz kardeşiz... İslâm’ın tevhid ilkesi etrafında, insan haklarından taviz vermeden birlik ve kardeşliğimiz korunmalıdır...

Emperyalistlerin Türkiye’yi bölme ve parçalama politikalarına alet olamayız.” İşte biz, “tevhid inancı”yla yoğrulmuş bu “Alperen”i sevmiştik... Bu yüzden de, hep yanında olduk, onun “ses”inin kitlelere ulaşmasında vasıta olduk. Onunla çok “sohbet”lerimiz oldu, ama hiçbir zaman, herhangi bir “Müslüman” aleyhinde tek bir söz söylediğine şahit olmadım... İşte ben, bu adamı sevdim...

YERLİ... MERT... DELİKANLI

O Muhsin Yazıcıoğlu ki; Bırakın helikopter kiralamayı; bindiği otomobilin “şoför”üne bile “kendi cebinden” para ödeyen bir adamdı... Zaman zaman geldiği gibi, yine Akit’e gelmişti... Sohbet ediyorduk... Sohbet esnasında telefonu çalmıştı... Arayan her kimse, belli ki “para”ya ihtiyacı vardı... “Seçim arefesindeyiz” filân dedi ama; belli ki karşıdaki “çok zor durumda”ydı... Sonunda, “Tamam” dedi; “Birkaç kuruş gönderirim!” Muhsin Yazıcıoğlu, işte böyle bir adamdı...

“Yardımsever”di, “temiz”di, “dürüst”tü, “ahlâklı”ydı, “adam gibi adam”dı, asıl önemlisi de, “tam bir Anadolu delikanlısı”ydı!.. Çok zaman Genel Merkez binasının “kalorifer”leri yanmaz, belki üşürdü... Belki de bu yüzden, “Anadolu’nun bağrı”na atardı kendisini, o bağırda ısınmak için!.. “Isınmak” dedim de, o şiiri geldi aklıma...

12 Eylül 1980 Darbesi’nin ardından, hiçbir suçu olmadığı halde Mamak Cezaevi’ne tıkılan, “tam 7,5 yıl demir parmaklıklar ardında” kalan, işte bu esnada kaleme aldığı “Üşüyorum” başlıklı o şiir!..

Buyrun, birlikte okuyalım: “Bir coşku var içimde bu gün kıpır kıpır Uzak çok uzak bir yerleri özlüyorum Gözlerim parke parke taş duvarlarda Açılıyor hayal pencerelerim Hafif bir rüzgar gibi süzülüyorum Kekik kokulu koyaklardan aşarak Güvercinler ülkesinde dolaşıyor Bir çeşme başı arıyorum Yarpuzlar arasında kendimi bırakıp Mis gibi nane kokuları arasında Ruhumu dinlemek istiyorum Zikre dalmış her şey Güne gülümserken papatyalar Dualar gibi yükselir ümitlerim Güneşle kol kola kırlarda koşarak Siz peygamber çiçekleri toplarken Ben çeşme başında uzanmak istiyorum Huzur dolu içimde Ben sonsuzluğu düşünüyorum Ey sonsuzluğun sahibi, sana ulaşmak istiyorum Durun, kapanmayın pencerelerim Güneşimi kapatmayın Beton çok soğuk, üşüyorum...” Sadece bu şiir bile; onun ne kadar “yerli” ve ne kadar “Anadolu sevdalısı” olduğunu görmeye yeterlidir!..

Buna rağmen; hiç kimseye küsmedi, “düşman”larına bile “insanca” davrandı.

HORMONSUZ BİR YERLİ

Önceki akşamki ödül töreni esnasında, bir “sinevizyon gösterimi” yapıldı ve onun hayatından kesitler aktarıldı. “Sokak röportajları” yapılmış ve “sokaktaki insanlara” şu soru sorulmuş; “Merhumu nasıl bilirdiniz?” Herkes “mert”liğine, “delikanlı”lığına, “sözünün eri” oluşuna ve “dik duruş”una vurgu yapmış... Ama, içlerinde biri vardı ki, şöyle diyordu; “Yerli bir adamdı... Hem de, hormonsuz, Yüzde yüz yerli!” Türkiye malûm... Bu ülkede “yerli”ye itibar yok, itibar “ithal”lere!.. Merhum Muhsin Başkan da, bu ülkedeki “Beyaz Türkler” için bir “öteki”ydi, bir “zenci”ydi... Bu yüzden de “halk” tarafından sevilse de, “egemen ve buyurganlar” onu hiç sevmediler... Sırf, “yerli” diye, Tayyip Erdoğan’ı da hiç sevmedikleri gibi!.. Muhsin Başkan ve yol arkadaşları, evet öldü/öldürüldü... 4 yıldır aramızda yoklar. Ama, kalbimizde yaşıyorlar.

ADALET ÖLDÜ, ADALET!

“Kaza”(!) olayına gelince... Önce bir hikâye anlatayım: Ölümlerin “çan çalınarak” ilan edildiği bir ülke varmış. Çan bir defa çalındığında, “halktan biri” ölmüştür. “İki defa” çalındığında, halk içinden tanınmış, “eşraftan biri” ölmüştür. “Üç defa” çalındığında, “saray çevresi”nden, yani “bürokrasiden biri” ölmüştür. “Dört defa” üst üste çalındığında ise “kral” ölmüştür. Günün birinde yine bir çan sesi duyulur. İnsanlar, biri öldü sanırlar. Peşinden hemen ikincisi... “Oo, ölen eşraftan biriymiş, kim acaba?” diye merak eder halk... Peşinden üçüncü vuruş...

İnsanlar iyice meraklanmış, “saraydan kim öldü” diye... Dördüncü çan sesi geldiğinde ise insanlar “kral öldü” heyecanıyla kilisenin etrafında toplanmaya başlamışlar. Ama o da ne! Çan beşinci defa çalmış. Peş peşe “beş çan sesi”nin ne olduğunu merak eden kalabalık, çan sesinin geldiği yere koşmuş. Bakmışlar, adamın biri... “Ne oldu? Kim öldü? Nedir bu beş çan sesi?” diye soranlara: “Adalet öldü!” demiş adam; “Bu ülkede adalet öldü.” Sonra da, mahkemede hakkına nasıl tecavüz edildiğini anlatmış. Hikâye bu... Peki, bu hikâyeyi niye anlattık?..

Anlattık, çünkü; bu ülkede “çan”lar değil, 4 yıldır “haykırış”lar yükseliyor ama “Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşlarının katilleri” bir türlü ortaya çıkarılamıyor. Özellikle “katiller” diyorum; çünkü ben, daha önce defalarca yazdığım gibi, merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nun “kaza sonucu” öldüğüne hiç inanmadım, hâlâ da inanmıyorum... Rahmetli Yazıcıoğlu, bir “suikast” sonucu öldürülmüştür. Dolayısıyla, ortada bir “kaza” değil, “kaza süsü verilmiş derin bir cinayet” vardır!

UNUTMADIK... UNUTTURMAYACAĞIZ!

İşte o cinayet; Birçok kadını “kocasız”, çocuklarını da “babasız” bıraktı. Önceki akşam; gerek merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nun eşi Gülefer Hanım, gerek meslektaşımız İsmail Güneş’in eşi Yasemin Hanım, son derece duygusal birer konuşma yaptılar ve biz basın mensuplarına adeta yalvardılar; “Bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da lütfen bu dâvânın peşini bırakmayın!” Elbette bırakmayacağız. Çünkü bu olay, onların meselesi olmaktan çıktı, “milletin meselesi” haline geldi...

Bizler de “millet adına” bu meseleyi takip etmeye devam edeceğiz. Bu vesileyle, “şehit” olduğuna inandığımız merhum Muhsin Yazıcıoğlu ve yol arkadaşlarına, bir defa daha Allah’tan rahmet, eşlerine, çocuklarına, yakınlarına ve sevenlerine sabırlar diliyoruz... Onları unutmadık... Unutturmayacağız!..

İlkel kafalara ne söylesen boş! Merhum Muhsin Yazıcıoğlu, hem de “28 Şubat Cuntası”nın en güçlü olduğu günlerde; “Namlusunu halka çevirmiş bir tanka selâm durmam” diyordu ya; eğer yaşıyor olsaydı, acaba “28 Şubat’taki fişleme işgüzarlığı”nı bugün de devam ettiren İzmir Valisi’ne ve “başörtülü avukatı” duruşma salonundan çıkartan “hakim”e ne derdi?..

Şu hâle bakın; Danıştay’ın verdiği karar ve Memur-Sen’in topladığı “12 milyon 300 bin imza” ortada iken, bir “hakim” çıkıyor ortaya ve “başörtülü” bir avukatı duruşma salonundan çıkartıyor!..

Şu hâle bakın; “28 Şubat darbecileri”nin tek tek tutuklandığı ve yargıya hesap verdiği bir dönemde, bir “Vali” çıkıyor ortaya ve “başörtülüleri fişlemek” gibi bir “cür’et” sergiliyor!..

Bunlar, birer “densizlik” midir, “fütursuzluk” mu, yoksa “Danıştay’ı ve Hükümet’i takmama” mı?..

Bunlara, bırakın “selâm” vermeyi, bunlara “kelâm” da edilmez!.. Edilse de, anlamazlar!.. “İlkel kafa”lar, lâftan ne anlar?..

Önceki ve Sonraki Yazılar
Hasan Karakaya Arşivi