İnsan “tevazu” ile yücelir
Fransız yazar A. Brayer, 19. Yüzyıl’da Paris’te yayınlanan “İstanbul’da Dokuz Yıl” isimli eserinde, Türk tevazuu konusunda şunları yazıyor:
“Türkler arasında kibir ve gurur adeta bilinmez. Kur’an’ın en şiddetle yasakladığı temayüllerin biri de budur: ‘Yeryüzünde sakın azametle yürüme, insanlardan nazarlarını gururla çevirme… Kibirli ve mağrur olanı Allah sevmez... Hareketlerinde mütevazı ol, yavaş sesle konuş... Kibir cehaletten ileri gelir, âlim asla mağrur olmaz.’
Mütemadiyen tevazu telkin edilir: ‘Tevazu Cennet kapısının anahtarıdır… Tevazu saadetin süsüdür… Tevazu insana asalet katar… Herkese karşı daima mütevazı ol!’
İşte bundan dolayı Müslüman Türk’ün yürüyüşünde vakar ve ihtişam olmakla beraber, katiyen kibir ve azamet yoktur.
Daima yavaş sesle konuşur, el ve kol hareketlerinde hiçbir zaman zorbalık taslayan bir eda sezilmez. Hizmetinde tatlılık ve kolaylık vardır. Yalnız bir şeyle, diniyle mağrurdur. Onun her emrini yerine getirmeyi borç bilir. Bütün dünyanın İslâmiyet’i kabul etmesini ister.” (1836 Paris, cilt 1, s. 198-199).
1791’de yayınlanan “Tableau General de L’Empire Otoman” isimli eserin dördüncü cildinin birinci kısmının 315. sayfasında ise şöyle yazar:
“Osmanlı Türkleri, umumi ve ferdi ahlâklarının ciddiyetini İslâmiyet’in iffet ve hayâ ahkâmına medyundurlar. Ahlâkî ve dinî bir hukuk sisteminin zaruri bir neticesi olan bu hâli örf ve âdetlerinden milletin göçebeliğinden ve kocalarının kıskançlığından mütevellit göstermek haksızlıktır.”
Osmanlı insanında gurur yok, vekar var…
Yabancı gezginler, yazarlar ve araştırmacıların Osmanlıların vakarından çok etkilendiklerini görüyoruz...
Ağırbaşlılığın, “her kesimden ve her yaştan Osmanlı’nın ortak vasfı” olduğu çeşitli eserlerinde ifade edilmektedir…
Gelin, M. d’Ohsson’un yazdıklarına bakalım: “Osmanlı Türklerinin milli seciyesini teşkil eden vakarın, ağırbaşlılığın tasviri kolay değildir. Dünyada huzur ve sükûna bundan daha müptela millet yoktur...
Olağanüstü bir şey, meselâ garip kıyafetli bir ecnebi ya da tuhaf bir hayvan görse biraz durur, soğukkanlılıkla bakar, sonra gülümser ve daha fazla oyalanmaya lüzum görmeyerek yoluna devam eder…
Sokakta toplanmak, birini kovalamak, sevinç veyahut hayret taşkınlıklarına kapılmak gibi haller hiçbir Müslüman Türk şehrinde halk arasında bile hiçbir zaman görülmeyen hareketlerdir.” (Tableau General de I’Empire Ottoman, s. 356).
Ya çocuklar?..
Onları A. Ubicini anlatıyor: “Türk çocukları başka memleketlerdekilere benzemezler. Ne gürültü ederler, ne de ağlayıp dururlar. Şarkta geçirdiğim üç seneye yakın zaman zarfında, hiçbir Türk çocuğunun bağırıp çağırdığını işitmedim. Mektebe gittiklerini gördüğüm yavruların tavırları sakin, yürüyüşleri tıpkı yaşlı başlı Osmanlılar gibi vakurdu.” (La Turquie Actuelle, Paris 1855, s. 283).
Kısacası “vekar” ve “tevazu”, Osmanlı insanının ortak vasıflarıydı…
Böbürlenme, büyüklenme, gurur ve kibir bilmezlerdi…
Şimdiki gibi, kimse makamını ayaklarının altına almaz, işgal ettiği koltuğu “basamak” olarak kullanmaya kalkışmazdı.
Bu da yönetenlerle yönetilenler arasında “uçurumlar” oluşmasını engellerdi.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.