Tadilât-ı Sîma Yaptıran Aydınlar
Türkiye’de “İnkılâpçı” Cumhuriyet’ten bu yana hacâletin ve yozlaşmanın temsilcileri hep sanatçılar ve aydınlar olmuştur. “Bana aydınını göster sana ülkenizin nasıl olduğunu söyleyeyim”, “bana aydınını târif et sana toplumunuzun geleceğini anlatayım” gibi aforizmaları bu mânada anlamak gerek.
Nine yaşına gelmiş âhir ömründe sîmasında utanmadan bir dizi tadilât yaptıran, yani yüzünü gerdiren, yüzündeki yağları aldırıp “botoks” yaptıran, suratını bir baştan başa estetik operasyon ve restorasyondan geçiren gazeteci Nazlıyev Ilıcaviç, “yüzünüze niçin estetik ve botoks yaptırdınız, bu yaşta gerekli miydi yüzünüzü gençleştirmeniz?” sorusuna verdiği cevap onun aklını ve ruh hâlini ele veriyor: “Yaşımı hatırlamak istemiyorum.”
İhtiyarlığın Müslümancasından nefret eden, yaşlılığın kemalâtından ve faziletinden
hoşlanmayan, Beyaz Türklerin laylay lom türüne dahil olan, yüzünü gözünü, kaşını kirpiğini baştan başa “yenileyen” gazeteci Nazlıyev Ilıcaviç şimdi de İslâm allâmesi kesilmiş ve “Bir kısım mezheplerde içkinin günah olmadığına ve sağlığa faydalı olduğuna” dair fetva vermeye başlamış. Dahası var, “Alkol yasağı kanunun yeni düzenlemesi”ne karşı çıkmış.
Bir zamanlar “Milliyetçilerin” safında yazılar yazan, askerî cuntalara kafa tutan,
muhafazakarların ve Müslümanların safında mebus olan bu aydın hanım kişi son yıllarda aklı ve davranışları magazincilere benzemeye başladı, fikir ve inançlarında gevşemeler oldu. Ramazan Ayı’nda içki içmediğini, fakat diğer günlerde her akşam Boğaz’ın lacivert sularına bakarak şifa bulduğu içkisini içtiğini beyan ettiği hatırlardadır. Histerik, çok konuşan, muvazenesiz, nereye aidiyet hissettiğine karar veremeyen, Altıyedi Süleyman gibi fırıldak, omurgasız, çok yüzlü bukalemun, Müslümanca bir hayattan ve yaşlı bir nine olmaktan nasipsiz liberal gazeteci kimliğini çoktan aşıp gitti.
“Botoks” yapılmış balon gibi şiş bir suratla televizyona çıkarak “hayatın örselediği ruhunu estetikle nasıl savuşturmaya çalıştığını”, “yüzünüz arı sokmuş gibi, Bülent Ersoy'a benzemişsiniz” diyenleri “gülerek karşıladığını” yüzü kızarmadan anlatan, pespâyeliğin en âdi sûret ve hâlini temsil eden birinin “İslâm’ın bazı mezheplerinde içkiye cevaz var” demesini Müslümanların elbette ciddiye aldığı yok. Müslüman cemiyet böylelerini ciddiye almak şöyle dursun, “botokslu” suratlarına tükürmeye bile dinî terbiyeleri gereğince tenezzül etmez.
Sîmasında tadilât yaptıran bir başka aydının hâli daha traji-komik. Bir zamanlar, milliyetçi muhafazakâr olduğunu söyleyen bir tarih profesörü vardı. Millî Mücadele öncesi İngiliz entrikaları ve Ermeni hainliği ile Sultan Abdülhamid Han’dan Said Nursî’ye, Sarıklı Mücâhitler’den Necip Fâzıl’a kadar birçok değerli şahsiyetler üstüne yazılar yazardı.
Buraya kadar her şey güzel gidiyordu. Fakat ne olduysa oldu, bu aydınımız sîmasında tadilât yaptırdı. “Yeni” sîması ile televizyon programlarında, yazı yazdığı gazete sütunlarında “işte yeni yüzüm sayın seyirciler ve okuyucular” edâsıyla görünmeye başladı. Yeni sîması sürekli gülüyordu hazretin. Gazete sütunlarındaki fotoğrafları gülüyor, ekranlarda gülüyor, yani güler gibi yapıyor. “Güleç yüzlü Jak” olup çıkmıştı. Bu gülme işi de nereden çıkmıştı? Modaydı herhalde. Bu güleç yüzlü (!) ve aynı zamanda narsist akademisyen aydınımız evveliyatında ağırbaşlı, olur olmaz yerde gülmeyen vakârlı biriydi. Hazretin tadilât yapmadan önceki sîması ve eşkâli şöyleydi:
Gözleri çok okumaktan ve akademik tezler hazırlamaktan dolayı haklı olarak gözlüklüydü. Türk delikanlısı zarâfetinde güzel bıyıklara sahipti. Tarama engelliydi, yani başının tepe kısmı saçsızdı. Ense ve kulak üstü saçları lüle lüle ve gürdü. Hazret zaman zaman saç kompleksini ensede bıraktığı kıvır kıvır uzun saçlarıyla gideriyordu.
Ne oldu, ne olmadı bilinmez. Hazret yepyeni bir sîma ile çıktı ki okuyucularının ve seyircilerinin gören gözleri şaştı ve kafaları karıştı. Bu narsist aydınımız tanınmaz hâle gelmişti. Dalgalı gür saçlı olmuş, bıyığını kazıtmış ve gözlüğünü atmış, saç biçimi, yüz çizgileri ve mimikleriyle ecnebi sinema aktörlerine benzeyen bir tip olup çıkmıştı.
Şuur altında biriken ve yıllar sonra patlak veren artistik bir sîma özentisinin tezâhürü olabilir bu durum. Gözlerini lazerle tedavi ettirdi, gözlüğü attı diyelim. Saçsız olduğu için kafasının güneşli ve soğuk havadan mutazarrır olduğunu varsayalım. Oysa tercihine göre terlik, takke, börk veya kasket giyebilirdi. Bu engeli için kafasına saç ektirmesi gerekmezdi.
Bu iki tadilâttan sonra üçüncü değişiklik olan o güzelim delikanlı bıyıkları niçin kestirdi? Sünnet-i seniyye olan bıyığını kestirmesini hazmedemedim. Hazretin şuuraltında narsizm, yani kendine hayranlık olduğunu söyleyebiliriz. Şöyle ki:
Gözlüğü atmasına sevindim. Kafasına saç ektirme işine gelince, Müslüman kültüründe böyle bir sîma tâdilâtı yoktur. Böylesine bir fiilin İslâmî vecibelere aykırı olup olmadığını ve örfe uygun düşüp düşmediğini fıkıhçılara danışması gerekirdi. Modernleşmeyle bulaşan, fizikî kusurları eksiklik saymak, sîma tadilâtı yaptırmak ve fıtratı bozmak, Müslüman erkekliğe sığar mı?
İslâm estetiğinde böyle bir sîma tâdilatı yoktur. İslâm’da insanın güzelliği sûrette midir, yoksa ahlâk ve kemalde midir? Bunu bilmesi gerekirdi aydınımızın. Sûret ve sîret âyetlerde buyrulduğu üzere birbirinden ayrı değildir. Güzellik, temizlik ve takvadadır. Yakışıklılık, edebin sîmaya yansımasındadır. Güzel huylu insanın zaten sîması da güzeldir. Allah, her kuluna bir biçim ve sûret vermiştir. Teğabun Sûresi 3. âyetini okusaydı sağcı aydınımız böyle bir denî fiile girişmezdi: “...Yani O (c.c) ki, gökleri ve yeri yarattı; sizi şekillendirdi. Hem de en güzel şekilde size sûret verdi, sûretinizi güzel yaptı. Dönüş O’nadır.”
Hazret, sîmasında bu üç değişikliği taammüden, yani tasarlayarak gerçekleştirip yeni bir sîma ile arz- endam etmeye başlayınca savunulacak hiçbir tarafı kalmamıştı.
Şimdide işi gücü, sîmasını parlak ve genç göstermeye çalışan sözde dinî bir kisve sahibi aydından bahsedeceğiz. Bu aydın (!) kişi saçını, sakalını, bıyığını ve hattâ kaşlarını siyaha boyatan Haydarbaşov nâmıyla İslâm'ın ulusal bağımsızlıkçı (!) ve kuva-yı milliye cephesini temsil eden, M. Kemal mandacılığa ve emperyalizme nasıl karşı çıktıysa (!) kendisi de Türkiye'nin “iç ve dış sömürüsüne” karşı çıkan (!) ve ekranlarda çokça görünen ilahiyat profesörü bir cemaat şeyhidir.
Yaşını başını almış, âhir ömrüne gelmiş bu zat Allah’ın her günü simsiyah boyanmış saçı, sakalı, bıyığı ve kaşlarıyla kadınlı erkekli kalabalık dinleyicilerinin karşısına çıkmadan ve televizyonunda görünmeden yatmaz. Sözde şeyh makamıyla nüfuz sahibi olan bu zâtın, sîmasında böyle bir tadilât yapıp genç görünmeye çalışması yadırganmaktadır.
Bunun gibi, Atatürkçü “derin” ilahiyatçı Zekeriyaoviç adında, saçını, bıyığını ve kaşlarını boyatıp sîma değişikliği yaparak ekranlarda şarlatanlık ve hokkabazlık eden biri daha var ki nesillere kötü örnek olmak cürmünden evinden dışarı çıkması ve ekranlarda görünmesi yasaklanmalıdır. “Saç boyatmak sünnettir” diyerek fetva vermiş. Fakat niyeti başka; magazinleştirilen dinî (!) programlarda boyalı hanımların karşısında genç görünmek… Bu denî kompleksinden dolayı kırlaşmış saçlarını ve Hitler modeli bıyığını simsiyaha boyatarak, tadilât-ı sîma yaptıran aydınlar kafilesine katıldığı mâlûm. Ünlü Mahmut Hoca, onun saçını başını boyatmasının kerih olduğunu söyler ve hakkında ağır sözler eder.
İslâm’da saç sakal boyamanın hükmü belli. Dinî anlayışları gereğince saçını ve bıyığını boyamayan Yahudi ve Hıristiyanlardan farklı olmaları için, Hz. Peygamberimiz (s.a.v.), devrin şartları icabı ashabına özellikle saçları beyazlaşmış gençlerin saçlarını ve yaşlıların ise sakallarını kına ile boyatabileceğini buyurmuştur. Ebu Hureyre (r.a.)’dan nakledilen bir hadiste “Yahudi ve Hıristiyanlar (saçlarını) boyamaz. Siz onların aksini yapınız; yani saçlarınızı boyayınız” buyrulur.
Âlimlerin görüşlerine göre, hadisteki emir bağlayıcı olmayıp mendubluk (güzel, makbul, işlenmesi şer’an câiz olan) bildirir. Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali gibi sahabeler saçlarını boyamamıştır. Hz. Peygamberimiz (s.a.v.), kullanılacak boya olarak siyah renk tercih edilmemesini, saçı beyazlaşan kimse genç ise, onun siyaha boyamasında bir sakınca olmadığını, saçın beyazlığı için kına ve keten bitkisini tavsiye buyurmuştur. Çünkü siyah renk saç boyası yaşlı kimseyi olduğundan çok genç gösterir. Bu durum gayenin hâlis olmadığının, nefs-i emmare ile hareket edildiğinin alâmetidir.
Hâsıl-ı kelâm, çevrenizde tadilât-ı sîma yaptıranlar ve özenenler çıkabilir, nâçizâne dediklerimiz aklınızda bulunsun.
İLÂVE YAZI:
KALBİMİN ŞAİRİ MEHMET NARLI ZARF ATAMADAN GELDİ GİTTİ
KSÜ’nün ev sahipliği yaptığı, değerli edebiyatçı öğrt. üyesi Yrd. Doç. Dr. M. Fethi Yanardağ dostun emekleriyle düzenlenen “Uluslararası Necip Fâzıl Kısakürek Anma Programı”na tebliğ sunmak için Şehr-i Maraş’a gelen kalbimin şairi Doç. Dr. Mehmet Narlı bu kez geldiğinde gönlüme zarf atamadı. Yorgun ve bitkindi. Yüzüme bakıp durdu. Dili yoktu, kelimeler getirmemişti bu kez. Oysa eskiden ne yaman zarflar atardı gönlüme doğru. Zarfçılığı zayıflamış. Zarfçılığını azaltan acaba Batı gurbetinde olmasından mı, yoksa ağır akademik hayatın cenderesinde yorulmasından mıdır? Eskiden dili şahbaz, gönül alıcıydı. Cins edebî tedailerle fakire kelimeler dolusu zarflar atardı da hüzünlenir ve gönlüme sürur gelirdi.
Zarf ve zarfçılığın mânası dostluk ve muhabbet üstüne edebî ve fikirli teati ve sözlerle temas kurmak gayretidir ki, bütünüyle aşk ve vecdden neşet eder. Nerede eski zarfçılar? Eskisi gibi iyi zarf atan dost kalmadı. Bu durum bendenizi üzüyor. Zarfsız sohbet ve dostluk kuru ve yavandır. Atılan zarfın içinde edebî nükte, tasavvufî incelik ve fikirli bir mevzu
olduğunda gönle şifadır ki, ele geçmez.
İyi zarf atanları özlüyorum. İkinci kuşak gönül dostlarımdan ve İsmail Göktürk’ün talebe-i güzidelerinden Oflu Süleyman Kılıçbay (agnostik filozof Mehmet Ali Kılıçbay’la ve yer altı dünyasının adamları Oflularla uzaktan yakından bir irtibatı ve kan akrabalığı yoktur) tâ İstanbul’dan haftalık zarf atıyor da, şuracıktaki dostlarım zarflarını bendenizden esirgiyorlar. Tabii ki zarf işi bir ateş ve cezbe meselesidir, her zaman ve her kişide bulunmaz.
Eskiden Bir Hocamgil ince zarflar atarlardı da aklım giderdi. Bir zaman bir mecliste otururken yanıma bir genç sokuldu ve dedi ki: “Hocamgil diyor ki: Ahmet abi’ne sor bakalım Cemil Meriç’in gözü niye kör olmuş?” Bu fikirli zarf karşısında inanınız sürûr ve vecdden başım döndü ve bayılmak üzereydim.
Son zamanlarda zarf atanlar dostlar arasında Türkçe muallimi Dirilişçi dostum Enver Çapar var. İyi zarfçılar arasında İsmail Göktürk fikirli bir zarfçıdır. Yine iyi zarfçılardan şair Memduh Atalay vardır ki dili horalıdır. Hikâyeci Hasan Ejderha’nın zarfçılığı da eskisine göre zayıfladı sayılır. Cömertliğiyle temayüz etmiş dostum Hasan Keklikçi, Mekteb-i İrfan’a gelirken “sorun bakalım Ahmet abi tatlı mı ister, Kandil Simidi mi…” diyerek, ince tarafından zarflar atıyor ki, kendisinden razıyım.
İyi zarf atan kadîm dostlarımdan Cüneyt Cesur, Murat Yücel ve Dr. Mehmet Ceran’ın haklarını teslim etmem gerek. Amma ki bu dostlar kayıp. Yrd. Doç Dr. Cüneyt Cesur başını aldı Bozok Üniversitesi’ne gitti. Şifa niyetine bir katrecik zarf atmaz oldu. Vay, yalan dünya! Murat Yücel izini kaybettirdi. Dr. Mehmet Ceran balığa gitmekten ve yurt dışına seyahat etmekten elimize geçmiyor. Bu üç dostu çoktandır göremeyişime çok üzülüyorum.
Hâsılı, zarfçılığı azalmış dost, kurumuş ağaca benzer. Dost dediğin zarfını her daim yanında bulundurandır. Dost, dosta zarfsız gitmemelidir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.