Boğaz’a “Yavuz” olmaz... Meyhaneye “Cumhuriyet” yakışır!
Bazı konularda “çok duyarlı”yız...
Evet, çok duyarlıyız ama ne kadar “samimi” olduğumuz tartışılır!..
“Çevre kirlenmesin” diyoruz!..
“Ağaçlar kesilmesin” istiyoruz.
“Hayvanlara sahip çıkılmasını” talep ediyor, “doğal hayat korunsun” diye yırtınıyoruz.
Duyarlılıklarımız elbette bunlarla sınırlı değil... Bizler, aynı zamanda “Türk Bayrağı”nın değişmesine, “Türkiye Cumhuriyeti”nin kısaltılmış hâli olan “T.C.”nin kaldırılmasına ve elbette “Türkiye’nin bölünmesi”ne de şiddetle karşı çıkıyor, bu konularla ilgili “tepki”lerimizi koyuyor, “protesto”larımızı yapıyor, “sloganlar” atıyoruz...
İyi de, ne kadar “samimi”, ne kadar “dürüst” ve ne kadar “içten”iz?..
Hele bir düşünelim!..
CUMHURİYET MEYHANESİ!
Kafamızı iki elimizin arasına alıp, “düşünme”ye geçmeden önce, “10 yıl öncesinden bir örnek” vermek istiyorum.
Efendim, 29 Ekim 2003 tarihinde, yani “Cumhuriyet’in kuruluşunun 80. yılı”nda bir yazı yazmış ve demişim ki;
“Bir toplum düşünün ki;
80 yıl boyunca birçok ‘bunalım’lar yaşamış, birçok ‘kriz’ler görmüş, birçok ‘kepenk’ler inmiş, ‘fabrika’lar kapanmış!..
‘Umut’lar kararmış, ‘istikbal’ler sönmüş, ‘cinnet’ler yaşanmış, ‘intihar’lara sürüklenmiş insanlar!..
Sadece ‘ahlâkî değerler’ değil, ülkenin bel bağladığı ‘tesis’ler de yıkılmış!..
İşsizlik, almış başını yürümüş!..
Evet, 80 yıl önce kurulan ‘Cumhuriyet’in tesisleri’ elden çıkmış birer birer!..
Ne hazindir ki;
Her şeyin yıkıldığı, her tesisin kapısına kilit vurulduğu bu ülkede, ‘bir tek eser’, evet bir tek eser yıkılmamış!..
O, 80 yıldır ayakta!!!..
‘Darbesever’leri, ‘Cumhuriyet nutukçuları’nı ve dahi ‘Sözde Atatürkçü”leri; ‘80 yıldır ayakta kalan tek tesis’ üzerinde ciddi ciddi düşünmeye davet ediyorum!..
O tesisin adı;
‘Cumhuriyet Meyhanesi’dir!..
Hem de; ‘Gazi’den beri’ yazmaktadır tabelâsında!..
Gerçekten de;
‘Düşündürücü’ bir durum!..
Düşünüyorum da;
‘Cumhuriyet’in 80. Yılı”na dair; ‘Cumhuriyet Meyhanesi’ ve bu günlerde gündemde olan ‘Seyyar Kerhane’lerden başka yazacak bir şey gelmiyor aklıma!..
Ne acı ki; Çanakkale’deki, İstiklâl Savaşı’ndaki şehidlerin, ‘uğrunda öldükleri vatan’da yaşayan ‘iki sektör’ var:
Meyhane ve kerhane!..
Bir tek, onlar ayakta!..”
Biraz önce dediğim gibi;
Bu yazıyı “10 yıl önce” yazmıştım... Eğer hâlâ ayakta ise, “Gazi’den beri” açık olan “Cumhuriyet Meyhanesi” şu anda “90 yaşını devirmiş” olmalı!..
Demek istiyorum ki;
“Üçüncü köprü”nün adının Yavuz Sultan Selim olmasına karşı çıkan “Cumhuriyetsever”ler, “Cumhuriyet” isminin bir “meyhane”de yaşatılıyor olmasını içlerine nasıl sindiriyorlar acaba?..
Şu hâle bakın;
“Köprünün adı keşke Yavuz olmasaydı da Mevlâna, Yunus, Sinan ya da İbn-i Sina olsaydı” diyenler, “Cumhuriyet”in adı bir “meyhane”de yaşıyor da, gıklarını çıkarmıyorlar!..
“Meyhane”sinin adını “Cumhuriyet” koyan ve üstelik “Gazi’den beri” demeyi de ihmal etmeyen adam, “Gazi’ye hakaret” etmiş olmuyor mu?..
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, o da lâfın gelişine sarf ettiği “iki ayyaş” sözünden anlam çıkarmaya çalışıp, “Atatürk’ü mü kastetti?” diye soranlar; “Cumhuriyet Meyhanesi... Gazi’den beri” sözünün ne mânâya geldiğini bi zahmet açıklayıversin!..
BOT... KOT... MONT!
Her neyse... Lâfı uzatıp da, konumuzdan uzaklaşmayalım.
Neydi konumuz?..
“Hassasiyet!”
Ve elbette “samimiyet!”
Ne kadar hassas, ne kadar samimiyiz?.
Hiç kimse kusura bakmasın;
“Cumhuriyet Meyhanesi... Gazi’den beri” tabelâsı “tarihi bir eser” gibi tepemizde dururken, hiç kimse, bana “Cumhuriyetçilik!.. Atatürkçülük ve Ulusalcılık” taslamasın!.. Ve “iki ayyaş” denildiğinde de hiç kimsenin aklına “Atatürk” gelmesin!..
Ve yine;
Adamın kıçındaki “kot”un markası Lewi’s, ayağındaki “bot”un markası Caterpillar, sırtındaki “mont”ta “Armania” yazıyorsa, kalkıp da bana “Solculuk”tan, “Milliyetçilik”ten ve hele hele “Ulusalcılık”tan hiç söz etmesin!..
Samimi bir ulusalcı; kıçındaki “kot”un da, ayağındaki “bot”un da “yerli” olmasını tercih eder!..
“FASON TÜRÇE”YE DEVAM!
Sadece bunlar mı?..
Biliyorsunuz, Türkiye’nin her yerinde “Simit Sarayı” var... Duydum ki, “dünyanın çeşitli ülkeleri”nde de “şubeler” açmışlar... İşte bu “Simit Sarayı”, ayda bir “dergi” çıkarıyor... “Simitçi” adını taşıyan bu dergilerde zaman zaman ilginç yazılar da yer alıyor...
Meselâ, birkaç ay önceki dergide, Muzaffer Baca’nın “Fason Türkçe” başlıklı bir yazısına yer verilmiş...
Yazı, aynen şöyle:
“Bir millet, dili özgürse özgürdür ve kendi dilinde yeni kelimeler üretebilirse de özgürlüğü devam eder. Bu da üretmeye bağlı bir şey. Biz Türkler uzun süredir bir şey üretmiyoruz, ürettiklerimizi de yabancı isimler koyarak satıyoruz ya da yabancıların mallarını onların adıyla üretiyoruz.
Artık günlük yaşamımız öylesine yabancı markalı ki, dönüş mümkün görünmüyor.
Ne Türk Dil Kurumu, ne Meclisimiz, ne de hükümetimiz Türkçeyi moda yapamadılar. Böyle giderse Fason Türkçeyle hayatımızı sürdürmek zorundayız.
Nasıl mı?
İşte örneği...
Günlük yaşamımdan bir kesiti, sizlere anlatmam, olayı özetlemeye yeter de artar bile...
Bu sabah erken uyandım. Rob de Chamber’ımı giydim. Banyoda Dove sıvı sabunla ellerimi yıkadım, ardından da yüzümü… Palmolive tıraş köpüğünü yüzüme sürdüm.. Gilette Mach3 tıraş bıçağıyla güzel bir sinekkaydı tıraş oldum.. Oral-B diş fırçasına Signal macunu sürdüm ve dişlerimi fırçaladım.
Hanım kahvaltıyı mutfakta hazır etmişti.. Neyse ki buradaki gıdaların tamamı yerliydi.. Siemens buzdolabımızı açtım, Nestle süt şişesinden bardağıma süt doldurdum. Penguen’in reçellerine bayıldığımdan, çilek reçeli kavanozunu çıkardım..
İtalyanlardan öğrendiğim ve midemin düzelmesine yol açan kekikli zeytinyağına ekmeğimi bandırarak kahvaltıya başladım… Zeytinyağı Lio’nun yeni ürünüydü ..
Yiyecekler dışında neredeyse hiç Türkçe markaya veya isme rastlayamıyordum.. Yüzümü Maisonette havluya silmiştim, yatak odamızın çarşafları da Unique markaydı.. Hanıma söylenmeye başladım.. ‘Neden bizim evde her şeyin markası yabancı’ diye?..
Bana, “Yerli marka mı var?” dedi..
“Peki ya Vestel, Beko ve bunun gibi isimler ne oluyor?” diyecektim, ama o isimlerin de yerli olduğuna nasıl inandıracaktım?..
Söylene söylene giyindim..
Övünmek gibi olmasın (?) ama her şeyim markaydı yani (?)… Takım elbisem Altimod, kravatım Vakko, gömleğim Abbate, ayakkabılarım Adela..
Hepsi Türkiye’de üretilen ürünler ve Türk malı, ama kaliteli ve dışarıda yok satıyor.. Sadece isimleri yabancı yani…
Neyse takmıştım bir kere yabancı markalara ve isimlere...
Eşime “bye bye” deyip evden çıktım. Arabamı çalıştırdım.. Sizlerin çoğu ‘marşa bastım’ diyor tabii ki.
Toyota’lara bayılıyorum…
Çok güvenli ve sessiz arabalar..
Nasıl hareket ettiğimi bile anlamadım…
Blaupunkt teybi var (ekolayzerli).. Bir de CD bölümü var.. Müzik kalitesine bayılıyorum… Blues dinlemek için radyoları taramaya başladım..
Joy FM, Best FM, Powerturk, Radyo Mega, Number One FM derken güzel bir Blues radyosu buldum.. Kendimi San Fransisco sokaklarında seyreder gibi hissettim.. Bizim Bostancı sahili zaten farklı değil ki…
HER YER YABANCI!
Bağdat caddesine girdim… Türkiye’de miyim, ABD’de mi belli değil…
Starbuck kafeler, Marks and Spencer’ler, (Auto Showroomları), Abbate, Duffy vb..
Her yer yabancı tabela...
Araya bir Zeynel veya Hasan Usta tatlıcısı sıkışmış.. Aslında onlar da iyi müşteri toplamış. Kahvaltı da veriyorlar.. Bağdat Caddesi’nin sonu Fenerbahçe Stadı´ndan E-5’e çıktım…
Boğaz Köprüsü´nden Avrupa yakasına geçeceğim..
Sabah trafiği tam bir kesmekeş…
Sağımda solumda Reanult’lar, Fiat’lar, Mercedes’ler, Hyundai’ler.. Hindistan’ın Tata’sı bile var..
Nereden bulurlar bu kadar değişik arabayı…
Peki Renault’lar, Fiat’lar, Hyundai´ler, Toyota’lar Türkiye’de üretilmiyor mu?
Genellikle taksilerde rastladığımız Murat, Şahin veya Kartal’ların dışında arabaların üzerinde Türkçe isim yok.
Neyse köprüye vardık… Muhteşem bir manzarası var Boğaz Körüsü´nün.. Tıpkı San Fransisco’nun Golden Gate köprüsü gibi… Bu bir kompleks olmalı.. Neden ille de Batı´daki bir yere benzetme gereği duyuyorum ki…
Aslında bizim Boğazımız, dünyanın en güzel boğazı ve asma köprülerimiz en güzel manzaraya sahip köprüler..
Bu çeşit aşağılık duygularını aşmamız gerek diye düşündüm... Radyoda müzikten sıkıldım.. Kanal değiştirmeye yöneldim… TRT FM’de “Fason Üretim” konusunda bir programa takıldım…
Türkiye’nin özellikle tekstil, otomotiv ve beyaz eşyada fason üretim sayesinde ihracatının ikiye katlandığını anlatıyorlardı.. Ve koca koca iktisat profesörleri bunun doğruluğunu savunuyorlardı. Ülkemizin ara mal üretebileceğini, temel üretimde rekabet gücü olmadığını iddia ediyorlardı.
Belki de haklılardı, ama ben onlara hak vermek istemiyordum..
Sonunda biri baklayı ağzından çıkardı…
‘Şimdi bu gömleklere ´Çeyiz Gömlek´, ya da ´Yakışıklı Kostüm´ deseniz ve Avrupa’ya satmak isteseniz kim alır? Bırakın Avrupa’yı, Türkiye’de rekabet edebilirler mi? 50 YTL’ye satacağınız gömleği ancak 10 YTL’ye satarsanız, müşteri bulursunuz.. Yani kâr yapamazsınız.. Bugün dünyada her şey paraya tahvil ediliyor..’
‘Eh be hoca’ dedim içimden…
Peki bir dili ve o dili kullanan bir milleti nasıl paraya tahvil edeceksiniz… Her şeyimiz fason diye dilimiz de milletimiz de mi fason olsun yani?..
Ama elbette onların her sözünün ardında bir iddia ve bir hedef var.. Peki buna alet olan bizlerin…
Türkçemizi fason dil yapmak için bizi kullanmıyorlar mı?
Neden hepimiz Türkçeyi doğru ve yalın kullanmayı başlatmıyoruz?.. Neden Türkçeyi moda yapmıyoruz?.. Halk ve devlet bu konuda neden aynı hedef peşinde değil?.. Ya da neden devlet buna sahip çıkmıyor? Bu memleketin Türk Dil Kurumu, Milli Eğitim Bakanlığı, Kültür Bakanlığı, Üniversiteleri, Enstitüleri neden bu konuda kafa yormaz ya da girişim başlatmaz?..
Sorular bitmez tabii..
Ben Asya yakasından Avrupa yakasına geçerken bunları düşünüyordum.”
BİR TEK MEYHANE YERLİ!
Son bir not:
Gördüğünüz gibi; bu satırların yazarı olan Muzaffer Baca, Asya’dan Avrupa yakasına geçerken bunları düşünmüş ve “yerli” bir isme rastlayamadığı için hayıflanmış!..
Aslında Taksim tarafına gelseydi, “hem tarihi, hem yerli” bir isme rastlayabilir ve bir “ooohh” çekerdi.
Öyle ya;
“Cumhuriyet Meyhanesi” orada!..
Hem de, 90 yıldır!..
“Boğaz’a Yavuz olmadı” diyenler,
“Meyhane”ye “Cumhuriyet”i nasıl yakıştırdılar, bir türlü anlayamadım!..
Neredesin ey samimiyet?!?..
Türkiye’de tecavüz, Fransa’da alkol!
l Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in, bir “soru önergesi”ne verdiği cevapta; “2002-2008 yılları” arasında “toplam 61 bin 469 tecavüz vakası” yaşandığını bildirdiğini, bunun da, “günde 22 tecavüz olayı” demek olduğunu biliyor muydunuz?..
l Dünyanın önde gelen gazetelerinden Le Monde gazetesinin, Türkiye’deki “irtica” gündeminden habersiz “Fransa’daki alkol tehlikesi”ni manşet yaptığını, Fransa’da “alkolizmle mücadele” paketi hazırlandığını, bazı şehirlerde “sınırlama”ların çoktan başladığını ve meselâ Strasbourg’ta saat 21.00’den sonra “sokakta alkol tüketimi”nin yasaklandığını, çoğu “sosyalist belediyeler” tarafından yönetilen Dijon, Toulouse, Langres ve Quimper şehirlerinde “alkol yasağının saat 15.00’te başladığını” biliyor muydunuz?..
Ve yine, hiçbir Fransız’ın, bu “sınırlama”-lardan dolayı ayaklanıp da, “Fransa’ya şeriat geliyor” diye höykürmediğinden haberiniz var mı?..
Bu ne biçim “Batıcılık”tır ki; hem Batı’nın “örnek” alınmasını istiyoruz, hem de “Batı’nın kısıtlamaları”nı yapınca, “Şeriat geliyor” diye bir yerlerimizi yırtıyoruz!?!..