Üçüncü köprünün adı
İstanbul Boğazı’nı aşan üçüncü köprüye gerçek bir köprü şahsiyet olan Mehmet Âkif’in adının verilmesini ümid ediyorduk, hatta bekliyorduk. 2011’de merhum İstiklâl Marşı şairimizin vefatının 75. ve İstiklal Marşı’nın kabulünün 90. senesi olması dolayısıyla “Mehmet Âkif yılı” ilan edilmiş ve ilgili komite Ulaştırma Bakanlığı’na bu teklifi ulaştırmıştı.
İlk söyleyeceğimiz şu: Üçüncü köprüye Mehmed Âkif Ersoy ismi yakışırdı... Her bakımdan gerçek bir örnek şahsiyet olan Âkif’in adı Türkiye’de olduğu kadar Türkiye dışında ve bilhassa Balkanlarda geniş kabul görürdü.
Bizde “büyük” denilince devlet adamlarının, kumandanların, idarecilerin akla gelmesi yaygın bir alışkanlıktır. Buna rağmen hükümet son yıllarda bu alışkanlığın dışında bir tavır göstererek kâğıt paralara edebiyatçı, ilim adamı, mimar vb. şahsiyetlerin resimlerini koymuştu. Aslında tam zamanı idi. Fakat bilemediğimiz bir sebeple, bu yol tutulmadı ve üçüncü köprüye Yavuz Sultan Selim’in adının verileceği açıklandı.
Bunda yadırganacak bir durum yok aslında. Yavuz Sultan Selim, bugünkü Türkiye’yi borçlu olduğumuz en büyük şahsiyetlerden biri. Eğer Yavuz doğudan gelen Şah İsmail tehlikesine karşı gereken tavrı göstermese idi, bugün Türkiye diye bir devlet olmazdı.
Şah İsmail, Şeyh Safüyiddin’in sünni tarikatının Osmanlı karşısında siyaseten şiileşmesinin bir sonucu olarak Anadolu’ya el attı. Anadolu Türkmenlerini kendine çekmeyi başardı. Teke yöresinden başlayarak çok sayıda Türkmen oymağı İsmail’in başkenti Erdebil’e yöneldi ve bir kısmı da Erdebil’in yolunu tuttu.
Yavuz Selim bu konuda pasif davranan babası Veli Bayezid’i ikna ederek tahta geçti ve ilk seferini İran üzerine yaptı. Eğer Yavuz bu basireti göstermese idi, daha o zamandan Türkiye İran olacaktı!
Geçen gün Yavuz aleyhine gösteri yapanların bir önceki karede “Türkiye İran olmayacak!” dediğini unutmamamız gerekiyor. Yavuz Sultan Selim, alevileri değil, İranla işbirliği içinde olan Türkmenleri safdışı etmek zorunda kaldı. Yavuz sünnî siyaset takip etmekle suçlanırsa, Şah İsmail’i ne yapacağız? İran’ı zorla, şiddetle şiileştiren Şah İsmail’dir. Onun bir Akkoyunlu prensesi olan annesini şii olmaya zorladığını, kabul etmeyince de kendi eliyle öldürdüğünü hatırdan çıkarmayalım. Yavuz’un alevileri sünnileştirmek için bir program uygulamadığını, Yeniçeri Ocağının Bektaşilikten uzaklaşması için bir tavır ortaya koymadığını biliyoruz.
Bugünkü Türkiye’nin doğu sınırlarını belirleyen Yavuz, güneyimizin selâmeti için de gerekeni yapmıştır. Mısır merkezli başka bir Türk devleti olan Memluklüler üzerine yürümesi öncelikle, iki otorite arasında kalan, bu yüzden de zaman zaman bocalayan beyliklerin Türkiye bütünlüğü içine alınmasına yol açmıştır.
Mısır seferi, aynı zamanda Osmanlı iktisadiyatının Afrika, Arabistan ve Hind Okyanusuna açılmasını sağlamıştır. İşin dini-siyasi boyutuna gelince: Yavuz’un Kahire’de oturan ve kendine mahsus bir otoritesi olmayan Abbasi hilafetine son verdiği de bilinir. Hilafeti üstlenmiş midir? Bu hususta bir hayli tartışma var. Fakat, Abbasi hilafeti sona erdiğine, mukaddes emanetler İstanbul’a getirildiğine göre, tabiî olarak Yavuz’un hilafeti üstlendiğini düşünmeliyiz. Buna rağmen, Osmanlı padişahları, saygı ifadesi olarak halife sıfatını 19. Yüzyıla kadar pek kullanmamışlardır.
Yavuz Sultan Selim ismine tepkileri elbette önce, olağan tepkiler olarak okuyacağız. Fakat, şunu da akıldan çıkarmamamız gerekiyor: Türkiye 30 küsur yıllık PKK şiddetinden kurtulurken yeni bir şiddet unsuru oluşturmak ve Türkiye’yi böylece baskı alında tutmayı sürdürmek siyasetinin yürürlüğe sokulduğu iddiası boş lâf değildir. Taksim’de zuhur eden şiddetin temelinde de bu vardır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.