Taksimcilerden Değil, “Din ü Devlet, Mülk ü Millet”ten Yana Olmak
Taksim kuklalarına arka çıkanlar “Din ü devlet, mülk ü millet” in düşmanıdırlar. Biz, asırlardır “din ü devlet, mülk ü millet” diyerek gelmişiz. “Din ü devlet, mülk ü millet”, yedi asırdır İslâm medeniyeti dairesinde kurduğumuz devlette dört esasın adıdır: Din, devlet, vatan, millet. Bu dört esas, Taksim haydutlarına ve PKK’nın belli bir zamandan sonra tekrar hızlandıracağı bölücü şenaatına kurban edilemez ve bu dört değere saldıranlara asla müsamaha gösterilemez.
Dünyada “din ü devlet, mülk ü millet” esasına göre kurulan tek İslâm devleti yedi asır önce başlayıp 1924’den sonra son buldurulan Devlet-i âliye’nin tâcidarı Türk Devleti’dir.
Çeyrek asırdır PKK ve illegal sol örgütlerin amansız teröründen paranoya yaşayan, her gün şehit askerlerin, polislerin cenazesiyle yürekleri dağlanan, sokaklarında kan gövdeyi götüren, caddelerinde alev alev yangınlar çıkarılan, dükkânları yağmalanan, yolları ateşe verilen, insanları ve araçları molotofla yakılan Türkiye’de Taksim eylemcilerine adâletsizlik edildiğini, şefkatle muamele edilmediğini söyleyenler, “Molier”in kibarlık budalalarına benziyorlar.
Bu ülkenin kırk yıldır terörden çektiği belâ ve şerri unutup, Taksim’de alenen haydutluğa çıkıp, “derin” güçlerin kuklalığını yapanlara güzelleme ve medhiye yazanlar, kardeşliğin, Medinetül fâzılanın, yani İslâm’ın hâkim olmasını özlediğimiz Türkiye’nin parçalanmasına yataklık etmekte ve hegemonyasından kurtulamadığımız azgın Batı’nın “içeriye” girmesine dâvetiye çıkaranların hıyanetine ortak olmaktadırlar.
Vatanın nizamından, halkın emniyetinden, devletin pâyidar olmasından yana olmak gerekirken, Batılıların ve derin ulusalcıların değnekçiliğini yapan Taksim’deki yıkıcı kuklalara “adalet ve ihsan” talep temek ne kadar gülünç. Taksim’de “vicdanla, şefkatle” yaklaşılacak, hakkı elinden alınan halk var mıydı?
Nasihat ve “dur”dan anlamayan Taksim kuklalarının eylemleri dünyanın hiçbir ülkesinde meşrû değildir. Dolayısıyla terör ve sokak şiddetlerinden haklı olarak ikrah gelmiş ve kanunu uygulamakla vazifeli emniyet güçlerinin mukabelesini “bize benzemeyen, bizim gibi düşünmeyen”lere kasten yapılmış bir mukabele saymak, izansızlık ve nisyan ile malûllüktur. Rüyalarımıza giren terör ve gösteri şiddetinden ne çektiğimizi idrak edememektir.
Taksim avanesine inançlarından ve kimliklerinden dolayı zulüm yapılmadı, “özgürlükleri” kısıtlanmadı. Hayasızca ve elinde ateşle saldıran, kamuya ve kişilere zarar verenler
Batı’nın Türkiye’deki kolonizasyon düzen artıkçılarının sinsi oyunlarından biri olan Taksim ve benzeri çökertme plânlarına karşı çâre, Milleti, millet hüviyetine girenleri, girmek isteyenleri devletin sahibi kılmak, yani “mülkü millet” ölçüsünü yeniden diriltmektir. Milleti meydana getiren asıl cevher etnikçilik, ulusalcı laisizm, Batılı demokrasi, modern değerler değil, “din ü devlet, mülk ü millet” esaslarıdır.
Tasavvufun, mürşid-i kâmillerin mayasıyla bu dört esasta birleşerek, farklı inançtaki zümrelerin hayat tarzına edep ve dinî sınırlar içinde müsamahanın, hürriyetin hükümferma olduğu Türkiye İslâm Cumhuriyetinin, yani “merhamet devleti” nin temellerini atmak gerek.
Seksen küsur yıl önce Batıya rehin edilmiş Türkiye’nin yeniden milletin mülküne dönüştürülmesi, bu yüce dâvayı omuzlayanların “din ü devlet” borcudur. Yarının Müslüman Türkiye Cumhuriyeti’nin rüyasını görenler, din ve adâlet üzere kurulacak devletin özlemini çekenler, bu mukaddes borcunu ödemelidir.
----------------------------------
İLÂVE YAZI:
FİKİR DÜKKÂN’INDAN GÖNLÜME DÜŞENLER
Türkiye Yazarlar Birliği Şehr-i Maraş Şubesi yaz mevsimine girerken sohbet ve dostluğun en güzel ve nüktelice yaşandığı bir programla mensuplarına ve misafirlerine neşveli ve fikirli bir gün yaşattı. Ciğerlioğluzâdelerden İlker Ciğerlioğlu, dostlarıyla paylaştığı kiraz bahçesiyle meşhur serin Bağevinde “Kiraz Şenliğinde Sohbet ve Dostluk Buluşması” adıyla Yazarlar Birliği müdavimlerini her yıl dâvet etmektedir. Her yıl bu neşveli programın gerçekleşmesinde muharrik bir güç olarak Savaş Kıyak hocayı yâd etmek gerek. Hormonsuz kiraz ağaçlarının altında ve izzet ikramın törece güzel olduğu bir ortamda Hocamgil ve müdavimler Taksim çapulculuğundan tasavvufa, insan-ı kâmillerden memleket meselelerine kadar nükte ve yârenliğin bol olduğu sohbetlerle bizleri neşeyap kıldılar.
Bu yıl ki programda Şube Başkanı İsmail Göktürk’ün yanında getirdiği KSÜ talebesi Somalili Mahmut simsiyah teni ve sîmasıyla nur ve aydınlık kattı dost meclisine. Göbek adı dedesinden tevarüs ettiği Şıh Ali Muhammed olan Mahmut’un, Cenabı- Hakk’ın ne güzel halk ettiği simsiyah çehresine saatlerce bakıp bakıp doyduk. Ona, “Mahmut, Somali’de “Ali ismi çok mudur?” dedim. Sükûnet içinde konuştuğu Türkçesi ile “Evet” dedi. “Somali’de her beş isimden biri Ali ve Peygamberimizin mübarek ismi Muhammed’dir.” Ona “ Mahmut, yaz tatilinde memleketine döndüğünde, Ali Hocam’dan neşet eden muhabbetle Ali isminde gördüğün her Somalilinin elini sık ve bu fakirden selâm söyle” dedim. Öyle güzel tebessüm etti ki, kelimelere dökülemez. Her sohbette bendenizi yoklayan hüzün geldi gönlüme otağını kurdu yine, kimseye belli etmedim. Çünkü ümmeti ve milleti tastamam Mahmut’un sîmasında görüyor, saatlerce bakıp Sahabe-i Kiram’ın ve ecdâdımızın “İ’lâ-yı Kelimetullah” dâvasını, yer yüzünü İslâmlaştırışını düşündüm. Birinci Harb’deki Sudanlı Zenci Musa’nın ahfadına Somalili İslâm mücahidlerine benziyordu Mahmud.
Bir zaman, Ali Hocam, Muzaffer Hocam’a “ Hocam sizin bağa da gitsek… ” demiş. O da “Bizim bağda yılan var” demiş. Ali Hocam bu talebi sohbette gündeme getirince ortalığı bir yılan lafı aldı gitti. Kimi dostlar yılanı gerçek mânasıyla anlayıp Muzaffer Hocam’ı savundular.
Şair Memduh Atalay “Efendim bu yılan bildiğiniz yılan değil, ilaç olan, şifa veren yılan mânasındadır. Yani ki Muzaffer Hocam’ın bağında şifa vardır, Hocam bunu ima etmiş” dedi ve yılanın mânevi bir ilaç olduğunu, Muzaffer Hocam’ın bu mecazı söyleyişini çoklarının anlamayıp korkup gitmekten çekindiğini anlattı. Gerçi bu fakir de fikrini aşikâr etmemişti ama “Hocam’ın bağındaki yılan”ın dertlere şifayab bir mânada olduğu âcizane anlamıştı. “Gam denizinde kalıp zülfünü sevdâ kılarım / Gark olurken sunarım mâra elimden ne gelir
(Gam denizinde kalıp zülfünü arzularım. Boğulurken yılana sunarım, elimden ne gelir.)
Gam denizinin dalgaları arasında zülfün arzulanması, âşığın iyice gama-kedere düşmesine
davetiye çıkarması demektir. Âşığı perişan eden siyah zülüfler, gam denizinin dalgalarının iyice kabarmasında, kasırganın şiddetinin artmasında tesirli olacaktır. İkinci mısrada “Denize düşen yılana sarılır” atasözüne yapılan telmihle, beyit daha iyi anlaşılmaktadır. Sevgilinin saçının, uzunluğu, karalığı ve kıvrımları yılana benzetilmektedir. Ahi Evren’in yılan kılığında görünmesini hikâye eden Hacı Bektaşi Veli Velâyetnamesi” aklıma geldi. Divan şairi Necati Beg’in, Fuzuli üstadımız beyitlerinde de yılan yârin zülüfleridir.
Bir ehl-i dil çıkıp “Hocamın Bağındaki yılan” nın nevi’ini ve maksadını anlatsın. Hocam’ın bağındaki yılan derde deva mıdır, zehirli midir? Biz gariban şâkirtleri aydınlatsınlar tez elden. Hocam ne demek istedi? Hâsılı, Yazarlar Birliğini dâvet ederek, he yıl Kiraz Şenliği adı altında gerçekleşen programda çok mevzuu vardı. Hattâ, Ali Hocam, “Taksim’in ve Gezi Parkı’nın hayvanat bahçesi yapılmasını” teklif etti.
**************
İsmail Göktürk’ün talebe-i güzini arasında bulunan, mağaramızın, yani Fikir Dükkânı’nın müdavimlerinden şair Ufuk Türk’ün Iğdır Gümrük Kapısı’na (Allah yardımcısı olsun) maişet gurbetine tayini çıkmış, hem üzüldük, hem sevimdik. Sevindik, şöyle ki: Serhat boylarına bizi ve milletdaşlarımızı beklemeye ve onlarla muhabbet kurmaya gitmiş, biz böyle anlıyoruz o güzel dostun nasibini. O dostun bir parçası olan Mehmet Yaşar kaldı elimizde, şükrediyoruz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.