Gençler neden patladı?
Önceki gece ile dün gece Ay’ı seyrederken, Kanuni’nin Hürrem Sultan’a yazdığı, “Celis-i halvetim, varım, habibim mah-ı tabanım” (Birlikteliğim, sevgilim, parıldayan ayım) diye başlayan o muhteşem şiirin, böyle bir gecede yazıldığını düşündüm…
Çünkü 23-24 Haziran gecelerinde Ay her zamankinden yüzde 30 daha parlak, yüzde 15 daha büyük görünüyordu. Ayrıca da yıldızlar avuçlarımıza dökülecek gibiydi… Kısacası gökyüzü muhteşemdi.
Merak ediyorum: Tüm ülkede bu değişimi kaç kişi fark etti acaba? Eminim çok azdır. Çünkü biz olumsuzluklara kilitli yaşıyoruz. Güzellikleri görmezden geliyoruz. Dolayısıyla da hayattan lezzet alamıyoruz.
Çünkü tüm dünya terörden, savaşlardan, protestolardan, vurup kırmalardan, cinayetlerden, hırsızlıklardan, uğursuzluklardan, vurgunlardan, soygunlardan ibaret kalıyor. Dolayısıyla hayat çekilmez hale geliyor…
Tuhaf gibi, ama “Gezi Protestosu” yaptıklarını söyleyen gençlerin de böyle bir dertleri olduğuna inanıyorum. Baksanıza, çoğu neyi protesto ettiklerini bile bilmiyorlar…
Belediye eski yaklaşımdan vazgeçti, buna rağmen, hâlâ “ağaç” diyorlar, “Gezi Parkı” diyorlar, köşe yazarı ağabeylerinden duydukları, “yaşam biçimimize müdahale edilmesin” tekerlemesini tekerleyerek, ama bu iddianın içini, tıpkı ağabeyleri gibi, dolduramayarak kem-küm ediyorlar…
Bir şeylere öfkelendikleri belli, ancak bu öfkenin kaynağı ne “ağaç”tır, ne “Gezi Parkı”, ne de “yaşam biçimine müdahale”… Protestolara kadar onların çoğu “Gezi Parkı”nın yerini dahi bilmiyordu. “Yaşam biçimi” üzerine de hiç durmamışlardı. Vakıa “yaşam biçimi”ne bir “müdahale” var, ama bu ne iktidardan geliyor, ne Başbakan’dan: “Şehir hayatı”nın bizatihi kendisinden geliyor. Çünkü şehir hayatı insanları hem monotonlaştırıyor, hem rutinleştiriyor, hem de güzelliklerden koparıyor.
Yetişkinlerin büyük beklentileri olmadığı için buna katlanabiliyorlar, ama gençler katlanamıyor. Beklentilerine kolayca ulaşamamak, derslerle boğuşmak, parasızlık yüzünden isteklerini ertelemek yüreklerini yoruyor…
Bir de buna maneviyat boşluğu eklenince, patlama kaçınılmaz hale geliyor.
Gezi Parkı protestocularının büyük bölümünün kendilerine “inançsız” olarak tanımlaması tespitimi doğruluyor. Büyük bir boşluk içindeler. O boşluğu hayatın sunumlarıyla dolduramayınca ve doldurulacağına ilişkin umutları da kalmayınca, öfkeleniyorlar ve öfkelerini protestolara eklemlenerek dindirmeye çalışıyorlar.
Bu ise daha fazla öfkelendirmekten başka bir işe yaramıyor. Odaklarında hükümet var gibi, ancak tüm hayata karşı öfkeliler. Çünkü-çoğumuz için böyle ama-özellikle gençler açısından hayat son derece monoton…
Ders çalışmaktan, kız peşinde koşmaktan, hayali başarı hikâyeleri uydurmaktan, futbol fanatizmi ile deşarj olmaya çalışmaktan, hiçbir işe yaramadıklarını düşünmekten bıktılar… Bunlar bir yere kadar insanı oyalar, sonu yine boşluktur! Şehirli (özellikle büyük şehirli) gençlerimizin büyük bir bölümü boşlukta…
Geçici olarak Gezi Parkı protestolarına eklemlenerek bunu doldurmaya çalışıyorlar. Peki, olaylar durulunca ne olacak?.. Başladıkları yere dönecekler…
Yine bunalacaklar, yine öfkelenecekler, yine istismara en açık alanı oluşturacaklar. Dolayısıyla yine kullanılacaklar…
Çare nedir?..
Gençlere önce “fark etme”yi, “tevhid”i, “infak”ı (yardım etme), “hizmetteki lezzet”i, ardından da “konuşma”yı (kendini rahat ve özgürce ifade etmeyi) öğretmek lâzım...
Zira iki yüz (çoğunlukla da kırk) kelime ile konuşuyorlar. Bu kadar kısır bir kelime dağarcığına mahkûm gencin fikre talip olması mümkün değil. Bırakın fikri kendini ifadede zorlanır. Bu yüzden de üretilmiş sloganlara kapılır…
İki “kahrolsun”, iki “yaşasın”la gençliklerini tüketirler.
Gençlere konuşmayı öğretmek için, ilkokuldan itibaren “sohbet alanları” oluşturulmalı. Şiir başta olmak üzere edebiyatın tüm alanları sevdirilmeli. Zira edebiyat hayatın en derin renklerinden oluşur.
Bir gün devam ederiz inşallah…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.