Taksimcilerle Altı Ok’çuların Türk Bayrağı Taşıması Câiz Değildir
Taksim’de haydutluk yapanların ve bu âdi güruhu destekleyen Altı Ok’çuların Türk bayrağı taşıması câiz değildir. Çünkü niyet ve tavırlarıyla, Türk bayrağını taşımanın şartları olan İslâmî değerlere sahiplik ve yakınlık hissetmediklerini dil ve el ile alenen ortaya koymuşlardır.
Taksim haydutları ve Altı Ok’çular, “din ü devlet, mülk ü millet” in yıkılması ve zarar görmesi için her şenaati işlemektedir. Bu güruhun eylemleri gayr-ı meşru olduğu için Taksim’de işledikleri fiiller haydutluğa tekabül eder. Bu sebeptendir ki haydutlar ve onları destekleyen Altı Ok’çular Türk bayrağı taşıyamazlar.
Haydut: “Ebedi kurtuluşa ulaşacak ilahî yardımdan nasiplenemeyen, şakî, yani bahtsız, Allah'ın yardımından mahrum olan kişi. Şaki, kendini bilmeyendir. Çünkü 'kendini bilen Rabbini bilir'. Rabbini bilen günahtan kaçar. Haydut, şaki, çapulcu: Her çeşit günahı işleyebilecek, korku salan ve hiddet sahibi güruh.”
Bu târif ve eşkâli haiz olan Taksimcilerin ve Altı Ok’çuların ellerine Türk bayrağı almaları caiz olmadığı gibi savundukları Batılı-laikçi ve modern hayat anlayışı, İslâmî mânası olan bayrağı sahiplenmelerine izin vermez. Osmanlı’dan bu yana Müslüman Türklerin hâdim olduğu devletin İslâmî mâna ve sembollerle yüklü bayrağını bu değerlere karşı olan haydutça eylemlerde taşımaları bayrağın kudsiyetine hakarettir.
İnsanımız çağdaş laik devlet adına değil, İslâm'ı temsil eden bu bayrak adına şehit olurlar. Bundandır ki hâdim sıfat ve devlet ismini etnik ismin üstünde temsil eden Türk Bayrağı, Türk, Kürt, Arap, Çerkez olarak Millî Mücadele'yi yürüten Birinci Meclis'te “anasır-ı İslâmiye”yi, yani İslâm unsurlarını temsil eder. Dolayısıyla Taksim’de Türkiye’yi zayıflatarak küffarın işini kolaylaştırmaya çalışan haydutlarla destekçileri Altı Ok’çu ve bilumum sol tandanslı grupların İslâm bayrağı taşımaları büyük bir çelişkidir. Bayrağı, mânası dışında taşıdıkları için dinî bir sembolü kirletmiş sayılırlar.
Türk Bayrağı, rengini şehitlerin kanından, ilhamını da kan gölüne yansıyan ay ve yıldızdan aldığı mâlûm. Herkesçe bilinen bu bilginin ötesinde asıl İslâmî mânası resmî devletin “millî eğitim” kitaplarında ve üniversitelerin tarih bölümlerinde yer almaz. Çünkü Türk bayrağının taşıdığı İslâmî mâna, Kemalist Cumhuriyetin modern-laik Türk ulusu anlayışına uygun olarak hep gizlenmiş ve bu hususiyetinin bilinmesi yasaklanmıştır.
Ay yıldızlı bayrak İslâm'ın bayrağıdır. Hilâl, Allah (c.c.)’ın; yıldız ise Hz. Peygamberimiz (s.a.v.)’in isminin yazılışını temsil eder. İslâm devletlerinin bayrağında hilâl ve yıldızın bulunması bu sebeptendir. Hilâlin Allah (c.c.) isminden, yıldızın ise Efendimiz (s.a.v)’in isminden alındığını her Müslüman bilir. Hilâl ve yıldızın bir sembol olarak İslâmî mânasını yanlışa düşmemek için âlimlerin tesbitini hülâsa ederek anlatmak istiyorum:
Müslümanlar, Kur’ân harflerinin ilahî tevafukundan dolayı bayrak üzerine Allah (c.c.)’ ın zâtı ve ismi tenzih edilerek, harf ve ebcedi bakımından aynı mânaya gelen hilâl kelimesini sembol yapmışlardır. “Hilâl” kelimesinde bir “He”, bir “Lam”, bir “Elif” ve yine bir “Lam” harfleri bulunmaktadır. Allah (c.c.) kelimesi de yine bir "Elif", iki "Lam" ve bir "He" ile yazılmaktadır. Hilâldeki harflerin değeri ebced hesabıyla toplandığında 99 rakamını verir ve Esmaül Hüsna'yı temsil eder. Her iki kelimede harfler değişmediği için rakam değerleri de değişmiyor. Yani Hilâl yazarken Allah (c.c.) isminin harflerini kullanıyoruz.
Yıldız ise âlimlerin tesbitiyle şöyle tasvir edilmektedir: “Yıldız, Muhammed yazısının şeklidir. Hz. Peygamberim (s.a.v.)’in ismi yazıldığında birinci “Mim” harfinin başı “Ha” harfinin dirseği ile ikinci “Mim” harfinin kıvrımı ve “Dal” harfinin alt ve üst kanadı beş tane çıkıntı meydana getirir ve bir yıldız şeklini alır.” Âlimlerin bir başka görüşüne göre yıldızın beş çıkıntısı, beş olan İslâm'ın şartlarını sembolize eder. Hilâl Allah (c.c.) inancını, yıldız ise Hz. Peygamberimiz (s.a.v)’e bağlılığı dile getirir.
Ay yıldızlı bayrakla ilgili âlimlerin tesbitlerinden öğrendiğim başka değerler de var: Sultan Abdülmecit döneminde kabul edilen bayrağın al renkli olması “Vatan için cihat yapmak ve şehit olma'” anlayışının karşılığıdır. Osmanlı asırlarında câmi ve kışladaki ders nizamı da, Mehter Takımı’nın nöbet vurma sırasında aldığı şekil de hep hilâl şeklindedir. Bir rivayete göre, Hz. Peygamberimiz( s.a.v.) Mekke'den Medine'ye hicret ederken gökyüzünde hilâl ve yıldız şekli vardı. Bundan dolayıdır ki Osmanlı bayraklarındaki hilâl İslâm'ı ve hicreti sembolize eder. Osmanlı Türklerinin kullandığı üç hilâlli bayrak İslâm’ı güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar bütün dünyaya yayma fikrinin sembolüdür.
İstiklâl Marşı’mızda “Çatma kurban olayım çehreni ey nazlı hilâl / Kahraman ırkıma bir gül ne bu şiddet bu celâl” mısralarında bayrağa ve hilâle yapılan hitap Allah (c.c.)'a yalvarıştır, duadır.
Bundandır ki, millet-i beyzâ’yı ve Müslüman Türk olan herkesi ulvî heyecandan titreten ay yıldızlı bayrağı, Allah (c.c.)’a îmanla, Hz. Peygamberimiz (s.a.v.)’e bağlılıkla, Osmanlı-İslâm medeniyetiyle, İ’lâ-yı Kelimetullah’la ve câmi ile ünsiyeti olmayan, müstakbel Türkiye İslâm Cumhuriyeti’nin karşıtı Taksimci çapulcularla Altı Ok’çuların herhangi bir şekilde taşımaları câiz değildir.
--------------------------------
İLÂVE YAZI:
FİKİR DÜKKÂNI’NDAN NÜKTELER
Ey azizan! Daha önce anlattım; Fikir Dükkânı’mızda, yani mağaramızda, diğer adıyla Mekteb-i İrfan’daki sohbetlerden gece saat 0.2.00’den önce kalkmak, dostluk şiarı bakımından âdaba uygun görülmez. Sabahleyin âcil işi ve sağlık sebebiyle mazereti olanlar sohbetten erken kalkma muafiyetine sahiptir. Fakat son zamanlarda muafiyet verdiğimiz bâzı dostlar bu imkânı suiistimal etmeye başladılar ve sohbete de gelmez oldular. Cömertliğiyle temayüz etmiş olan güzel dost Hasan Keklikçi muafiyet sahibi biriyken, muafiyet hakkının sınırlarını çoktan aşıp, dil ve sîması ile dost meclisine görünmez oldu. Bu gönlü bol dostumuz kendi sözüyle “aleyhinde dahi konuşulmaz” hâle gelmeden arada bir mağaraya seyr ü sülûk etmeli ve başta kadîm dostu Hasan Ejderha’nın dilinden kurtulmalıdır.
Fikir Dükkâncısı olmak zor sanattır. Herkes bu “yol”a dayanamadığı gibi, mesleği ve meşrebi uygun da olmayabiliyor. Yani Fikir Dükkâncılığı biraz serdengeçtilik, biraz divânelik isteyen bir gönül tâlimgâhıdır. İnsana işini gücünü unutturabilir, esnaf ise şayet ticarî meşguliyet ve hamle ruhunu bir miktar azaltabilir. Çünkü bin miligramlık hüzün ve türküler eşliğinde her türlü fikir ve gönül tâlimi yapılır ki, dünya ve maişet iştigalini ister istemez pörsütebilir.
Bundandır ki, Bir Hocamgil, gece yarıları Fikir Dükkânı’na gelip giden hem derviş meşrep, hem ticaret sahibi muhterem dost Mustafa Hançer’in mağara divânelerinin arasına süzülüp oturduğunu gördükçe, nükteli lisânıyla acıyarak “Gece yarıları bu fikir divânelerinin arasında işini gücünü kaybedebilir, biz alışıp düştük, alışmadan kendini kurtarsın…” demişti. Yani ki Dükkâncı olmanın bu mânada riskleri var.
Geçen hafta dile getirdiğim sırlı bir mevzua, yani Bir Hocam’ın “Bizim bağda yılan var” sözünün ne mânaya geldiğine dair şair Memduh Atalay “o yılan bildiğiniz yılan değildir…” diyerek bir açılım yapmıştı. Şimdi de Bir Hocam’ın balıkçı şâkirtlerinden özellikle Dr. Mehmet Ceran, Tayfun Göktürk ve Savaş Kıyak hocamız Bir Hocam’ın bağındaki yılanın sırrını açıklamalıdırlar.
Bir önemli mesele daha var ey azizan! İsmail Göktürk dostumuzun Kırgızistan’a gidip geldiğini anlatmıştım. Bilirsiniz ki o diyarda Aladağ, Isık Göl ve Yusuf Has Hacib’in medfun olduğu Balasagun şehri menkıbevî hususiyetleri haizdir. İsmail dostumuz bu tarihî mekânları ziyaret ederek ahalisi ile oturup çay imiş ve tarih, ulular, Allah (c.c.) ve Tengri isminin mânası ve Türkler hakkında sohbet etmiş şanslı biridir. Çünkü onlara “Tutam yar elinden” türküsünü
söylemiş ve seçme şiirlerimizi okumuş ki, nazarımda Türkî karındaşlara yapılan en güzel iyilik ve tebliğdir bu.
Türk dünyasına gidip de bir türkü söyleyerek onlarla gönül birliği kurmak ancak İsmail Göktürk’ün işi olabilir. Bunca gidip gelenlerin böylesine anlamlı bir iş yaptığını daha önce şahit olmamıştım. Karındaşlar ölülerini defnederken yır (türkü) söylerlermiş. Yani ki orada bir kimse öldüğünde başında (yır) türkü söylenmesini istermiş. Öyle ki, İsmail dost bu fakir için “Senin bir Türk olduğunu orada anladım. Çünkü sen de bize ben ölürsem dinî vecibelerden önce başımda birkaç türkü söyleyin” deyip dururdun. Hangi mekâna varsam karındaşlar senin gibi yır’dan, yani türküden bahis açıyorlar.
Tabii ki duygulandım. Bendenizi, Türklüğün aslına uygun târifler yaptığım için “Büyük Türk düşmanı” olarak yaftalayan laik cumhuriyet Türkçüsü bir ağabeyin ve muarızlarım Ömay, Cemay ve Hunu’nun kulakları çınlasın.
Hâsılı, bu hafta da gönlüm mutmaindir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.