Huntington’ın kulakları çınlasın mı?
Soğuk Savaş sonrası dünya siyasetini açıklamaya çalışan teorilerin en çok ilgi çekenlerinin başında hiç şüphesiz Samuel Huntington’ın medeniyetler çatışması tezi geliyor. Ne diyordu Huntington kısaca, 1992’de Amerika’nın sağcı ve neokonlarını barındıran American Enterprise Institute adlı düşünce kuruluşunda yaptığı konuşmasında (bir yıl kadar sonra bu tezini Foreign Affairs’de yayınladı)? Soğuk Savaş sonrası dünya düzeninde insanları çatışmaya götürecek en büyük unsur kültürleri ve dolayısıyla kültürü şekillendiren ‘din’ olgusu olacaktı, bu görüşe göre. Herkes hop oturdu hop kalktı, tepki gösterdi Huntington’ın eğip bükmeden ortaya koyduğu bu geleceği okuma teşebbüsüne… Ama bunların hiç biri sonucu değiştirmedi. Gün geldi, herkes Huntington’a referans yapmaya başladı. Çünkü dünya dindarlaşıyordu ve din merkeze kayıyordu. Evet Pew Araştırma Merkezi’nin yaptığı çalışmaya göre Batı güdümlü dünya sistemi her ne kadar sekülerleşmeyi, Batı’nın anladığı anlamda aydınlanmayı herkese dayatıyordu ancak buna rağmen dünya dindarlaşıyordu. Dindarlaşma demek dinini bilinçli olarak yaşama ihtiyacının tezahür etmesi de demekti. Yani dindarlaşan kesimler, dinleri gereği yaşayabilmek için mücadele etmeye hazır olacaklardı. Bunun uğruna kaybetmekten gocunmayacaklardı. Hiç şüphesiz herkes konuya kendi açısından eğilecekti. George Bush kendini “yeniden doğmuş” bir Hıristiyan olarak tanımlarken bilinç altındaki Haçlı seferleri özlemi 11 Eylül 2001’in ertesi günü gün yüzüne çıkıverecekti. Afganistan’a oradan Irak’a girerken “Haçlı seferleri” tamlaması çıkmış bulundu bir defa ağzından. Bu onun bakış açısıydı. Bin Laden ve ekibi de bir başka dini savaş veriyordu. Onlar da büyük şeytan olarak gördüklerine karşı ümmeti savunma adına bu yola çıkmışlardı.
Şimdi bütün dünyanın gözleri önünde Mısır’da bir insanlık suçu işleniyor da herkes safını belirlemeye koyulmuş. Gocunmadan çekinmeden kendi bakış açısını savunuyor. İnsanlık suçu diyorum çünkü seçimle iktidara gelmiş bir başkanın hizmetine engel olmak insanların yapmış oldukları seçime yapılmış en büyük darbedir. Bunun böyle olduğunun çok iyi görülmesine, müşahade edilmesine ve idrak edilmesine rağmen Hıristiyan Batı dünyası suskunluğunu muhafaza etmeye devam ediyor. Amerika hiç üstüne alınmadı. Bilakis içten içe sevinir bir tavır sergiledi. Evet Avrupa Birliği, neden sonra yuvarlak laflar etmeye başladı ama nafile. Merkel’in açıklamasıyla bitmiyor bu iş. Peki neden? Sonuç itibariyle zulüm Müslümana yapılırsa dönüp bakmayacak kadar pişkin bir Hıristiyan dünyası var Batı merkezli de ondan.
Kendi gibi olanı kayıran, kendinden olmayana itibar etmeyen bir iki yüzlü sistem bu. Varlığının temeli ile gelen imtiyazlar sunuyor kendi müritlerine. Yani ontolojik açıdan, sadece dahil oldukları kültürün sağladığı otomatik bir üstünlük duygusu ile karşılarındakine muamele ediyorlar. Yirminci yüzyılın ortalarına kadar Hıristiyan ve Musevi olanın birbirinden ayrışık olarak durduğu bu sistemde sonraları ilgililer tarafından judeo-Hıristiyan denen bir senteze gidildi ki bununla bu blok kesimin gücü pekiştirilmiş oldu. Onun içindir ki Hıristiyan batı İsrail’de olanlara kendi insanına olmuşçasına üzülür, sahiplenir, düşmanını düşman, dostunu dost bilir. Müslümansa zaten baştan Müslüman olmaklığı ile kaybetmiştir onların gözünde. Mursi yerine ma’azAllah kendi adamlarından biri görevinden alınsaydı dünyayı ayağa kaldırır, sandığa gitme hürriyeti diye demokrasi dersine başlar mangalda kül bırakmazlardı.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.