Ramazana ramazan olmak
Osmanlı insanı Ramazana ramazan olurdu.
Biraz karışık gözükebilir, ama tüm hayatını ramazana ayarlayan insan tipine başka ne diyebilir ki?
“Ramazan insan” desek daha mı maksada uygun düşer dersiniz?
Öyle bir “Ramazan insanı” olurlardı ki, tek tek “Yürek adam”a ve “Vakıf insan”a dönüşürlerdi.
“Vakıf insan” demek, varlığını hayırla bütünleyip elinde olanı elinde olmayana yansıtan insan demektir.
“Yürek Adam” ise cennetini yüreğine kuran insandır!
Osmanlı Devleti bu “özel” insanların ruhunda yüceldi, gelişti, zenginleşti ve dünya örneği bir devlete dönüştü.
Türkiye Cumhuriyeti’nin de yücelmeye, gelişmeye, zenginleşmeye ve güçlenip dünya örneğine dönüşmeye ihtiyacı var…
O zaman yapılacak iş belli: “Yürek adam” ve “Vakıf insan” yetiştirmek: Yani insanları mümkün mertebe “ramazanlaştırmak”!
“Nasıl olacak?” diyorsanız, ninelerimize ve dedelerimize bakacaksınız: Onlar nasıl oldularsa öyle olacak…
Buyurun, Osmanlı insanının “Ramazan-laşma”yı nasıl başardığına bakalım…
1. Madde: Gönlünü açmak…
Aile bireylerinden başlamak üzere, “Öteki insan”lara kadar yayılan sımsıcak bir ilişki.
Hoşgörülü, anlayışlı, bağışlayıcı bir yöneliş.
Tüm hayatı ve kâinatı kucaklayan, hayata sevgi, şefkat ve merhamet penceresinden bakan, şefkatiyle yalnız insanları değil, hayvanları ve bitkileri de kuşatan yeni bir yaklaşım…
Osmanlı’nın bu karakteristik özelliklikleri yabancı gezginlerin o kadar dikkatini çekmiş ki, meşhur Fransız gezgin Du Loir, şunları söylemekten kendini alamamış:
“Türkiye’de (insanlar şefkat ve hamiyet insanı olmanın gereğini yaptıkları, yani ellerindekini fakirlerle paylaştıkları için) dilenci nadir görülür. Fransa’da herkesi bunaltan tembel dilencilerin Türkiye’de kimseyi taciz etmesine imkân yoktur.” (Du Loir Seyahatnamesi, Paris, 1654, s. 191)
Diğer bir meşhur Avrupalı gezgin Elisee Recus, özellikle hayvanlara gösterilen şefkatten çok etkilenmişti:
“Osmanlılardaki iyilik duygusu hayvanları dahi kucaklamıştır. Bir çok köyde eşekler haftada iki gün izinli sayılır... Türklerle Rumların karışık olarak yaşadığı köylerde ise bir evin hangi tarafa ait olduğunu kolaylıkla anlayabilirsiniz. Eğer evin bacasında leylekler yuva yapmışsa bilin ki o ev bir Türk evidir.” (Küçük Asya. c. 9).
Türk-İslâm düşmanı Guer başka bir örnek veriyor:
“Hayvanları beslemek için vakıflar ve ücretli adamları vardır. Bu adamlar sokak başlarında sahipsiz köpeklere ve kedilere et dağıtırlar... Sokaktaki ağaçların kuraklıktan kurumasını önlemek için bir fakire para verip sulatacak kadar kaçık Müslümanlara bile rastlamak mümkündür...”
Bu şefkatin kaynağı hiç kuşkusuz Allah’ın “infak” emri ile Resulüllah’ın bu konuda gösterdiği dikkat ve hassasiyettir. Zaten Osmanlı, Devr-i Saadeti en doğru biçimde hayatına yansıtan bir toplumsal yapı geliştirmiştir. Toplumun öncüsü doğrudan doğruya Peygamber-i Âlişan Efendimiz’dir. Bazı Osmanlı Padişahları, (mesela Sultan I. Ahmed) Efendimizin ayak izini ömür boyu sarığının alın kısmında aşkla taşımış, “N’ola tacum gibi başumda götürsem daim/ Kadem-i resmini ol hazret-i Şah-ı Resulün/ Gül-i gülzar-ı nübüvvet ol kadem sahibidur/ Ahmedâ durma yüzün sür kademine ol gülün!” (Ne olurdu Efendimizin ayak izinin resmini tacım gibi devamlı başımda gezdirseydim) şeklinde, Peygamber-i Âlişan’a duyduğu aşkı terennüm eden bir de şiir yazmıştır.
Sevgi, şefkat, hamiyet insanı olmak işte bu demektir.
Duygular özellikle ramazanda şahikaya ulaşır, bütün devlet büyük bir hayır kurumuna dönüşürdü.
Bir sonraki yazımızda ikinci maddeye bakalım…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.