Tarih üzerine bir dertleşme
Molla Fenariler, Zembilliler, İbn-i Kemaller, Hızır Çelebi’ler, Molla Güranî’ler, Hüsrev’ler, Ak Şemsüddin’ler, Ebussuûd Efendiler, Sinan’lar, Barbaros’lar, Turgut Reis’ler, Uluğ Bey’ler, Koçi Bey’ler, Pirî Paşalar…
Bugün bile iftihar kaynaklarımızı oluşturan camiler, kervansaraylar, su kemerleri, vakıflar, sebiller, hamamlar, hanlar, vesaireler…
Zaferleri saymıyorum bile…
Rahatça söyleyebiliriz ki, tarihinde övünebileceği bunca şey olduğu halde, şiş kebap ve lokumla övünen başka bir millet yoktur.
Bu yaklaşımımız muhtemelen yabancıları da hayrete sürüklemiştir: “Övünebileceği muhteşem bir tarihsel mirasın üstünde oturan Türkiye, neden kebapla, lâhmacunla, lokumla övünür?” diye düşünmüş olmalıdırlar.
Türkiye, çok şükür ki bundan vazgeçti, tarihi mirasına sahip olmaya çalışıyor, bu amaçla ecdadının ayak izi bulunan her yeri tekrardan keşfe çıkıyor (Sumatra’dan Gazze’ye, Açe’den Mısır’a kadar)…
Ama şehirlerimizin kendilerini yiyecek eksenli tanıtmaları sürüyor: Ankara keçisiyle, Adana, Urfa kebabıyla, Konya etli ekmeğiyle, Kayseri pastırmasıyla, Rize çayıyla, Trabzon ekmeğiyle, Antep baklavasıyla, Malatya kayısısıyla, Bursa iskenderiyle kendini tanıtıyor…
Bu konuyu daha önce yazdığım için, detayına girmiyorum. İsterseniz listeyi tüm şehirlerimizi kapsayacak biçimde uzatabilirsiniz. Göreceksiniz ki, âbide insanıyla ve âbide eserleriyle övünen şehir neredeyse yok… Tamamı mide ekseninde kendini tanımlıyor.
Ramazan programlarında bile yemek tarifleri başı çekiyor: Sanki ramazan demek, yiyip içmek demek…
Neden böyle olduğunu araştırdığınızda da karşınıza cumhuriyetle birlikte başlayan müthiş bir “redd-i miras”ın (geçmişi reddetmenin) izlerini görüyorsunuz…
Her âbide insana bir kulp takılmış, Mevlâna ile ahfadı bile devlet yayınlarında “soytarılık”la suçlanmıştır (Bakınız Cumhuriyetin 10. yılı münasebetiyle yayınlanan “Nasıldı Nasıl oldu” isimli devlet kitabı)...
Hafızasını reddeden bir anlayışın geçmişi olmaz! Zaten “geçmişe mazi, yenmişe kuzu derler” sözü de o dönemde üretilmiş, geçmişten gelen tüm birikim çöpe atılırken, “kuzu”ya dikkat çekilip mide eksenli bir anlayış oluşturulmuştur.
Bu anlayış hükümet çapında reddedilse de, şehir çapında hâlâ yaşıyor. Şehirlerimiz mide ekseninde kendilerini tanıtmaya çalışıyor.
“Kayseri=pastırma” gibi…
Oysa Kayseri, başta Mimar Sinan olmak üzere, Dadaloğlu, Aşık Seyrani, Aşık Hasan, İncili Çavuş, Sakıp Sabancı ve Aliriza Hakses gibi pek çok değerli insan yetiştirmiştir…
Ayrıca tarihi eserler açısından da son derece zengindir…
Beylik dönemi ile Selçuklu döneminden kalma muhteşem bir mirasa sahiptir. Kümbetler, bedestenler, darüşşifalar, çeşmeler tarihten birazcık nasiplenmiş herkesin hayranlığını uyandırır.
Konya da öyle değil mi?..
Mevlâna’nın şehrini “etli ekmek”le tanıtmak, Hz. Mevlâna öğretisini ritüellere boğmaktan beter bir sorumsuzluk olsa gerektir.
Cumhuriyetin ilk zamanlarından kalma alışkanlıkla, değerli insanlarımızı unutur, kendimizi kebapla tanıtmaya mahküm edersek, geleceği inşa edecek insandan mahrum kalırız.
Biliyorsunuz, “Marifet iltifata tabidir!”
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.