İlker Başbuğ’un mektubu... Adres de yanlış, muhatap da!
Hani, “zurnanın zırt dediği yer” vardır ya, Genelkurmay eski Başkanı İlker Başbuğ da, maaleasef o yere doğru ilerliyor.
Malûm, onunla ilgili olarak 7 Ocak 2012 tarihli Ayna’da demiştim ki;
“Üzüldüm... Genelkurmay eski Başkanı İlker Başbuğ’un tutuklanmasına, gerçekten üzüldüm... Bilirsiniz, ben “manyaklık derecesinde duygusal” bir adamım... Son derece “yufka yürekli”yim!.. Şu hâle bakın; memleketin başına “gaile”ler açma plânları yapan bir adam “tutuklandı” diye “sevineceğim” yerde, kalkmış “üzülüyorum!”
Dedim ya, “manyaklık derecesinde duygusal” bir adamım...
Hayır, bazı “sulugözlü”ler gibi hüngür hüngür ağlamadım ama, üzüldüm!..”
Evet, o gün üzülmüştüm...
Bugün de seviniyor değilim...
“Türkiye’nin 26. Genelkurmay Başkanı” olan İlker Başbuğ’un “müebbet hapis” cezası alması, herkes gibi beni de üzdü.
Zaten, ben;
Hiç kimsenin “ceza” görmesini, hele hele “demir parmaklıklar” ardına atılmasını istemem... Ama, “hapsedilmemek” için, elbette “suç” işlememek gerekir... Ben, herkesin “kendi işini yapmasını” ve dolayısıyla “suç” işlememesini isterim...
Biliyorum, bunun mümkünatı yok...
“İnsan”ın olduğu her yerde “hata” da olur, “ihmal” de...
Elbette “suç” da olur!’..
Demek istiyorum ki;
“Suç” da işlenmesin,
Kimse de “cezaevi”ne atılmasın!..
Ama, “suç”a bulaşırsan, işte böyle adamın gözünün yaşına bakmayıp, atarlar içeri!.. Hem de; “Türkiye’nin 26. Genelkurmay Başkanı” olduğuna bakmadan!..
Uzatmayalım...
“Tutuklandığında” da üzülmüştüm,
“Müebbet hapse mahkûm” olduğunda da...
Ama, üzüntünün de bir “haddi, hududu” var... Hele de, kendisi için “üzülenlere, destek olanlara” çamur atmaya başlamışsa...
GAZETELERE MEKTUP
Efendim, olayı biliyor olmalısınız...
İlker Başbuğ tutuklandığında, Başbakan Tayyip Erdoğan, bu “tutuklama”ya karşı çıkmış ve demişti ki;
“Herkes içeride haklı yere yatıyor diyemeyiz. Bunu genel olarak da söylüyorum. Herkes haklı yere yatıyor diyemeyiz. Ben Genelkurmay Başkanlığı yapmış İlker Başbuğ için söylenen örgüt yöneticiliği gibi söylemlerden de çok rahatsızım ve böyle bir şeye inanmıyorum. Tutuklu yargılanmasına da karşıyım ve bundan rahatsızım. Bunu her zaman söylüyorum. Hatta hiçbir silahlı kuvvetler mensubunun tutuklu yargılanmasını da istemem. Çünklü hiçbir silahlı kuvvetleri mensubunun kaçacağına inanmıyorum. TSK mensupları tutuksuz yargılanabilirdi.”
Nedir bu sözlerin anlamı?..
Şudur:
“Senin yanındayım... Tutuklu yargılanmanı onaylamıyorum, içime sindiremiyorum.”
Anlayacağınız;
“İlker Başbuğ’a destek”tir... Dahası, İlker Başbuğ da, bu destek için; “Samimi ve gerçekçi değerlendirmeleri için Sayın Başabkan’a teşekkür ediyorum” demiştir.
Peki, dün Başbakan’ın “destek” verdiği, kendisinin de “teşekkür” ettiği İlker Başbuğ bugün ne yapmaktadır?..
Başbakan; “yargıya müdahale” olarak yorumlanma pahasına o günlerde Başbuğ’a sahip çıkarken, Başbuğ, şimdi Başbakan’a “çamur” atmaya çalışıyor, iyi mi?..
Başbuğ, Milliyet’ten sonra, dün de Hürriyet gazetesini “Ağlama Duvarı”na çevirip, onlara yazdığı mektuplarda demiş ki;
“Bu durumda akla şu gelmez mi; yasama organında, yani TBMM’de çoğunluğu ellerinde bulunduranlar ama mahkemenin yaptığı bu tarihi hatayı önlemek üzere gerekli yasal düzenlemeleri bugüne kadar yapmayanların ileride de yapmamaları halinde onlar hakkında ne düşünülecek, neler yazılacaktır?”
Sayın Başbuğ, bunları demekle kalmamış; Prof. Dr. Sami Selçuk’un 7 Ağustos 2012’de verdiği bir röportajda sarf ettiği şu sözleri de suçlamalarına “gerekçe” göstermiş;
“Genelkurmay Başkanı’nı terör örgütünün başıdır diye tutuklarsanız bunun sadece hukuki değil, siyasal sonuçları da olur... Bir Genelkurmay Başkanı’nın bir örgütün başı olabileceğini benim aklım almıyor. Hukuki olarak sorarsanız bunun güneşin batıdan doğması kadar doğa dışı bir şey olduğunu düşünüyorum. Daha en yakın arkadaşını değerlendiremeyen birisi Başbakanlık yapamaz.”
Prof. Sami Selçuk’un böyle demiş olması bir “ölçü” değildir ki!.. Hem, ne demek; “En yakın arkadaşını değerlendiremeyen!..”
Hem, ne demek;
“Başbakanlık yapamaz!”
Ne yani;
Kimin “Başbakan” olup-olamayacağına Sami Selçuk mu karar verecek?.. Bu ülkede kimin “Başbakan” olacağına “Prof”lar veya “Hukukçu”lar mı karar veriyor, yoksa “millet” mi?..
Herkes haddini bilsin!..
BAŞBAKAN’LA DERDİN NE?
Acı olan şu ki; İlker Başbuğ, “Sami Selçuk’un sözleri”ne sarılmakla; “üzüm yeme”nin değil, “bağcıyı dövme”nin peşinde olduğunu göstermiş oldu...
Sen, niye Başbakan’ı hedef alıyorsun ki?.. Hedef alacaksan, “yargının kararı”nı al!..
Sen kalkmış;
Sana “el” uzatan adamın elini itiyor, sana hiçbir faydası olmayacak adamlara el uzatıyorsun!.. Başbakan bütün “illegal eylem”lerine rağmen sana sahip çıktı mı?.. Çıktı... Tutuklu yargılanmaman için söylemesi gerekeni söyledi mi?.. Söyledi... Bütün bunlara rağmen, “Başbakan’a saldırı” niye?..
Hayır, “Başbakan’a yalvar” demiyorum ama Milliyet veya Hürriyet yerine Başbakan’a mektup yazar, “rica”larını, istirham”larını sıralar, “durumun düzeltilmesini” isteyebilirsin...
Ama, kendisini hâlâ “general” sanıyor ya, hâlâ “höt-zöt” diyerek sonuç alacağını düşünüyor ya, çareyi “yanlış adresler”de arıyor!..
Bunu yaparken de;
“Yumuşayan gönüller”i, yeniden “katılaştırdığının” farkında değil!..
Sen “Başbakan’dan talepte bulunmak” yerine, kalkar Milliyet ve Hürriyet’e “Başbakan’ı hedef alan” mektuplar yazarsan, o zaman, kendini “marjinal”liğe mahkûm etmiş olursun...
MEDYA NİYE İLGİSİZ?
En başta dedim ya;
“Üzülüyorum.”
Ama sen, son çıkışlarında benim “insani duygumu” bile gözden geçirmeme, “üzülmekle acaba hata mı ettim?” diye sormama yol açıyorsun.
Sadece ben değil, şimdi herkes sormaya başladı:
“Herhalde 13. Ağır Ceza Mahkemesi yerinde bir karar verdi... İlker Başbuğ galiba bu cezayı haketmiş!”
Daha düne kadar Başbuğ’a “haksızlık” yapıldığını düşünenler, bugün “hakettiğini” söyleme noktasına gelmişler ve eski defterleri karıştırıp, “Başbuğ’un icraatları”nı sıralamaya başlamışlarsa, Başbuğ’un kafasını iki elinin arasına alıp, düşünmeye başlaması gerekir...
Hazır düşünmeye başlamışken, kendine şunu da sorması gerekir;
“Ben, eski bir Genelkurmay Başkanı iken, üstelik müebbet hapis cezası almışken pek fazla gündeme gelmiyorum da, Türkiye, benden daha çok niye Mehmet Haberal’ı konuşuyor?.. Oysa Mehmet Haberal çok az ceza aldı ve tahliye oldu... Buna rağmen, medya hep ondan bahsediyor... Her adımı, her ziyareti, her görüşmesi ve aldığı her nefes bile haber olurken, beni niye gündeme getirmiyorlar?.. Acaba bunun sebebi ne?..”
Başbuğ, bu soruları hiç kendine sordu mu acaba?.. Bir “iç muhasebesi” yaptı mı?.. Bazı “marjinal gazeteler” hariç, medyanın kendisine karşı “ilgisiz” davranmasında; Genelkurmay Başkanı iken sarf ettiği sözlerin ve “dayılanma”larının bir etkisi var mıdır acaba?..
Herhalde hatırlıyorsunuzdur:
26 Haziran 2009’da düzenlediği basın toplantısında; “medya üzerinden TSK’ya karşı asimetrik psikolojik savaş yürütüldüğünü” söylemişti...
Hatta, bir “höt” çekip;
“Savcılardan, bizim için artık kâğıt parçası olan bu belgenin sorumlularının bulunmalarını istiyoruz... Nisan 2009’da hazırlandığını kim tespit etti?.. Belgenin üzerinde hiçbir tarih yok arkadaşlar!.. Artık TSK üzerinden elinizi çekiniz... TSK katlanamaz, seyirci kalamaz. TSK içinde cadı avı yapmayız” demişti...
İMZA YAŞ MI, KURU MU?
Yine, 26 Haziran 2009’da düzenlediği “basın toplantısı”nı da hatırlıyor olmalısınız...
İlker Başbuğ’un “İnönü Salonu”nda düzenlediği o toplantıyı yerli ve yabancı basından “toplam 120 basın mensubu” izlemiş ve o toplantı “20’nin üzerinde televizyon kanalı” tarafından “canlı” yayınlanmıştı!..
Hâlâ tartıştığımız “İrtica ile Mücadele Eylem Plânı”nın bir “kâğıt parçası” olduğunu, o toplantıda söylemişti...
Başbuğ’a göre;
Belgenin altında “ıslak imza” olması gerekiyordu... Oysa imza, ona göre; “ıslak” değil, “kuru”ydu!..
Yoksa “nemli” miydi?..
Evet; o belge, Başbuğ’a göre; bir “kâğıt parçası”ydı!.. Yani, “değersiz”di!..
LAW DEĞİL, BORU!
“Poyrazköy’deki kazı”larda bulunan “silah ve mühimmat” için de demişti ki;
“Beykoz Poyrazköy’de yapılan kazıların bir tanesinde beş tane boş LAW paketlenmiş olarak bulundu, gömülmüş. Şimdi yani bu boş LAW’ın kullanma olanağı yok. Bu beş tane boş LAW’ı niye gömdüler? Beş tane boş LAW hiçbir işe yaramaz!”
Sonra, “15’i dolu 22 law silahı”ndan “boş” olanını eline alıp, demişti ki;
“Arkadaşlar bu LAW değil, boru!”
ANLARSINIZ YA!!!
Hele hatırlayın...
İlker Başbuğ’un, bir de “Fırkateyn mesajları” vardı...
17 Aralık 2009’da, Trabzon Limanı’na demirli Oruç Reis Fırkateyni’nde “basın toplantısı” düzenlemiş ve üzerine basa basa demişti ki;
“Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı yürütülmekte olan asimetrik psikolojik harekete değinmek istiyorum... Bu konuya değinmemin, özellikle bugün üzerinde beraber olduğumuz TCG Oruç Reis Firkateyni’nde değinmemin özel bir anlamı vardır... Herhalde bunu, herkes açıkça ne demek istediğimi anlamaktadır.”
“Özel anlam” yüklediği bu toplantıda, acaba “açıkça” ne demek istemişti?..
O günlerde, Ergenekon, Kafes, Balyoz ve diğer “darbe iddiaları”nda adı en çok geçen kurum, “Deniz Kuvvetleri”ydi!.. Burası, bir “deniz üssü” değil, “karanlık işler”in döndüğü bir “darbe üssü” olarak anılıyordu.
İlker Başbuğ, acaba “Deniz Kuvvetleri’ne sahip çıkmak” için mi Fırkateyn’de yapmıştı toplantıyı?.. Böylece, “Anlarsınız ya!” demek mi istiyordu?..
Çünkü o fırkateynde, “Deniz Kuvvetleri’ne sahip çıkmak”la kalmamış, aynı zamanda “medya”ya ve “yargı”ya da “ince ayar”lar vermeye çalışmıştı.
Meselâ, “medya”ya diyordu ki;
“Ne acıdır ki özellikle Türkiye’de medyanın bir kısmının varoluşlarının temel nedeni, gerçeklere ve doğrulara dayanmayan, ön yargılı ve özel amaç taşıyan eleştiriler yaparak Türk Silahlı Kuvvetleri’ni haksız yere her gün gündemde tutmak ve aleyhine kampanya yürütmektir. Bunlar aynı zamanda kendilerini demokrasinin savunucusu olarak da göstermektedir. Demokrasiyi savunmak için tek çıkar yol, onlar için tek çıkar yol, Silahlı Kuvvetler’in karşısında olmaktır.”
“Yargı”ya da seslenip, diyordu ki;
“Adli makamlar ihbar mektuplarına, özellikle itirafçıların ve gizli tanıkların ifadelerine karşı daha duyarlı ve dikkatli olarak hareket etmelidir. Böyle durumlarda Türk Silahlı Kuvvetleri ile bilgi teatisi ve işbirliği içinde bulunmalıdırlar. Aksi durumlar, kurumlar arası çatışmalara neden olabilir.”
Uzun lâfın kısası;
“Silah” bende, “güç” bende diyordu,
“Ben ne dersem o olur!”
YANLIŞ ADRES!
Sayın Başbuğ; bugün aldığı “ceza”da ve “kamuoyunun ilgisizliği”nde, geçmişteki “eylem ve söylem”lerinin bir etkisi olduğunu hiç düşündü mü acaba?..
Düşünmediyse, bir an önce düşünmeye; bir zamanlar “medya ve yargıya ayar vermeye” çalıştığı gibi, şimdi de kendisine bir “ayar” vermeye başlamalıdır.
Şunu da unutmamalıdır:
Yazdığı mektupların “adres”leri de yanlıştır, “muhatap”ları da!..
Eğer “ağlamak” istiyorsa, Milliyet veya Hürriyet’e mektup yazarak ağlamak yerine, otursun Başbakan’a bir mektup yazsın!..
Ağlayacaksa, Başbakan’a ağlasın!..
Amma velâkin;
“Hem ağlarım, hem de paşa paşa yatarım” diyorsa,
Onu da kendisi bilir!..
Nobel Ödülü dediğin “darbe”lere verilir!
? İngiliz “ateist” ve “evrimci”lerden Richard Dawkins’in attığı bir “tweet” büyük gürültü kopardı ama aynı zamanda tartışmaları da beraberinde getirdi.
Dawkins denilen “iki ayaklı maymun” demiş ki;
“Dünyadaki tüm Müslümanların aldığı Nobel ödülü sayısı Cambridge Üniversitesi bünyesindeki Trinity Koleji mensuplarının aldığından azdır. Gerçi onlar (Müslümanlar) da Orta Çağ’da harika şeyler yaptılar.”
“Maymun”lar, aslında “zeki hayvan”dırlar ama “maymun soyu”ndan geldiğini iddia eden Richard Dawkins, evrinleşme aşamasında herhalde “zekâ”dan nasipsiz kalmış!.. Zaten “zekâ”sı olsaydı “ateist” olmazdı...
Neyse... Maliye Bakanı Mehmet Şimşek kendisine cevap vermeye çalışmış ama bence yeterli değil... Dawkins’e verilecek cevap, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, dünkü gazetelerde yer alan sözleridir... Başbakan, bu tweet henüz ortada yokken demiş ki; “Nobel Barış Ödülü almış Baradey, Mısır’da askeri darbeyi gerçekleştiren hükümetin Cumhurbaşkanı Birinci Yardımcısı’dır!.. Ey Nobel; sen nasıl barış ödülleri dağıtıyorsun ki; bu kişiler darbecilerin yanında yer alıyor?”
Başbakan’ın da işaret ettiği gibi; Nobel ödülleri “darbecilere” veriliyorsa, Müslümanlar elbette “ödül” alamaz... Çünkü Müslümanlar, “darbe yanlısı”, hele hele “İsrail yandaşı” değildir!..