Hilafet ulaşılmaz bir ideal mi?
Hilafet deyince kimileri Kaf Dağının arkasına işaret ediyor. Kimisi de heyulayı gösteriyor! Birileri ulaşılmayacak idealler arasına hapsediyor ve böylece işlevsiz hale getiriyor. Kimileri de Mehdilik meselesi gibi hurafelere büründürerek sulandırıyor veya hafifleterek içini boşaltıyor. Bu hafifleticilerden birisi de Besim Tibük idi. Adeta iş adamlarına yarayacak turistik bir figür olarak tasvir ediyordu. Folklorik bir düzeye indiriyordu. Bir de Besim Tibük’ü tamamlayan yaklaşım ve anlayışlardan bir diğeri de, samimi olmasına rağmen saflıklarının kurbanı olan bazı zümrelerdir. Tahta kaşıklarla oyun havalarına benzeyen bir biçimde kılıç kalkan oyunları eşliğinde hilafeti dirilttiklerini sanıyorlar veya varsayıyorlardı. Bunlar saflıklarıyla birilerinin konu mankeni ve korkuluğu haline geldiler. Hilafet ne ulaşılmaz bir ideal ne de birilerinin şaklabanlık vesilesidir. Son günlerde ‘Hilafet rüyası’ yazısıyla Murat Bardakçı birinci sınıfa giren bir yazı yazmıştır. Onu ideallere büründürerek Kaf Dağının arkasına hapsetmek istemiştir. Halifenin bir biçimde emrinin ve sözünün nafiz ve geçerli olmasını talebi muhal suretinde resmetmiştir. Evet! Almanya’da birilerinin yaptığı gibi küffarın esareti altında hilafet olmaz. Bu ancak maskaralık olarak algılanır. Ayrıca, Müslümanların merkeziyetini veya umumunu temsil etmeyen çok yerel örnekler de hilafetin yüceliğiyle bağdaşmaz. Bununla birlikte, halifenin bütün ümmet üzerine emrinin geçerli olacağını varsaymak da muhali talep nevindendir. Müslümanlık yeryüzü kadar geniş bir kavramdır ve her yere şamildir. Hilafetin kapsamı dışında kalan yerlerin olması da tabiidir. Binaenaleyh bütün Müslümanların tek bir çatının ve temsilcisinin bayrağı altında toplanmaları istemek doğru olmakla birlikte makul değildir.
•
Bunu şöyle açıklayabiliriz. Hazreti Ali başkenti Kufe’ye çekti ve Şam serkeşlik etti ve Hazreti Ali’nin hilafetini fiiliyatta tanımadı. Ama kimse Hazreti Ali sözünü Haricilere veya Şam’a geçiremedi diye onun hilafetini veya yasallığını sorgulamadı. Zira, onların muhalefetleri yasallığın düşürecek derecede muteber değildi. Hazreti Ali’den istenmeyeni başkalarından istemek ne dedece doğrudur? Hazreti Ali maruz kaldığı siyasi şartlar gereği ümmetin iki yakasını bir araya getiremedi diye onun hilafetini hiçe saymak kimin harcıdır? Sözü geçmemişse bu onun sorunu değildir. Sözünü geçirememek ile haklı olduğu halde dinletememek ayrı şeylerdir. Ayrıca İslam hukukçuları hem teorik hem de pratik olarak ileri asırlarda ızdırari ve zorunlu olarak iki veya daha çok halifenin varlığını onaylamışlardır. Bu, kasri ve zoraki şartların bir ürünüdür. İki hilafet ülkesi arasında tampon devletler olursa, hukukçular bunu iki hilafeti meşrulaştırıcı yasal bir dayanak ve zemin olarak görmüşlerdir. Endülüs Emevileri ile Abbasiler arasında zıtlığın yanına, coğrafi faktörleri de ilave etmemek doğru olmaz. Osmanlılarla Hindistan Moğolları arasındaki ilişkileri de böyle okuyabiliriz. Bununla birlikte günümüzde fiziki engeller olsa bile İslam ülkelerini siyasi bir çatı altında bulundurmak hem matlup hem de mümkündür.
•
Halife temsilci şahsiyettir ve temsilci şahsiyet ile alakalı olarak günümüzde farklı içtihatlar vardır. Görev süresinin sınırlandırılması ve kolektif olması veya münavebe suretiyle veya seçimle işbaşına gelmesi gibi tasarılar ortaya atılmıştır. Geçmişe hilafetin Kureyşiliği meselesi veya tezi de aslında pratik anlamda halifenin emrinin nafiz olması için gözetilen tamamlayıcı bir şart idi. Günümüzde de böyle geçici şartlar aranabilir. Halifenin meşruiyeti için emrinin nafiz ve geçerli olması kadar aslında halktan da tefviz ve yetki alması da gereklidir. Bunun da doğrudan veya dolaylı yolları vardır.
Kısaca, hilafet ümmetin siyasi temsil makamadır. Onun bir diğer rüknü ise ümmetin ittihadı ve İttihad-ı İslam’dır. Coğrafi birliğidir. Temsiliyet makamının misyonu da mümkün mertebe bunu sağlamaktır. Halife Müslümanların birliği için uğraşmalıdır. Bundan dolayı hilafet iki yüzyıldır başka kavramlarla anılmaktadır. Özellikle de Müslümanların birliğine atıfta bulunulmaktadır. Buna Pan İslamizm, İttihat-ı İslam ve Camiaütü’l İslamiyye siyaseti denilmektedir.
Murat Bardakçı Sultan Vahideddin’den bir problemli cümle aktarmaktadır. Bu şudur: “Peygamber Efendimizin sohbeti ile daima şereflenmiş olan sahabenin hilafetleri de din ve siyasi işler üzerineydi. Dinin neşri ile görevi değillerdi…” Bu cümle yanlıştır. Elbette halifeler peygamber değiller ve ondan dolayı vahiy almazlar. Dönemlerinde yasama vahye müstenit olmayıp sadece içtihada racidir. Din, Peygamberimizle tamamlanmıştır lakin onu hem cihat hem de emri bi’l maruf ve nehyi ani’l münker düzeyinde yayarlar. Ümmeti davet başta halife olmak üzere herkesin sorumluluk alanındadır. Halifeler dinin neşriyle de mükelleftirler. Müslümanların beraberliğine yönelik politikalar da zaten bunun bir uzantısıdır. Aktarılan doğru ise bu hususta Sultan Vahideddin’in kafasının hayli karışık olduğu tasavvur edilebilir. İslam davet dinidir ve ideolojisi de vardır. Din ideoloji değildir ama ideolojisi vardır. Osmanlı çekildiği topraklarda siyasi nüfuzunu kaybederken dini nüfuzunu korumaya çalışmıştır. Kırım, Bosna Hersek ve Libya’da böyle olmuştur ve ora Müslümanları ile dini irtibat ikili ve çok yönlü anlaşmalarla garanti altına alınmaya ve korunmaya çalışılmıştır. Elbette esas olan hem siyasi ve hem de manevi nüfuzdur. İstisnai hallerde ise, ‘bir şey tamamen elde edilemezse bile tamamen terk edilmez’ kuralı işler.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.