Herşey yerli yerinde!
Denizin içindeydik, fakat denizi bilmiyorduk! Ne kadarını ve nasıl bileceğimize onlar karar veriyorlardı…
“28 Şubat muamması” bu... Darbeye varmayan bir müdahale için, Milli Güvenlik Kurulu kullanılıyor. Malûm o zaman sık sık tekrarlandığı gibi, “MGK Anayasal bir kurum”!
“Anayasa kurumu” ama, çerçevesi belli: Hükümetin danışma kurulu. Fakat böyle yorumlanmıyor: MGK “Hükümete dayatma kurulu”na dönüştürülüyor. Başkan cumhurbaşkanı, hükümet temsilcileri ve askeri bürokrasinin tepesi bir arada. Devletin “anayasal” bir kurumu icra yetkisini Meclis’ten güvenoyu alarak kazanmış hükümete “şunları şöyle yapacaksın” diyor!
Seçilmiş hükümetin başı ne yapıyor? O zaman yayılan haberlere göre, Başbakan Erbakan da bu dayatmaya boyun eğiyor ve basıyor imzayı!
Buna göre, Erbakan iki kere kaybediyor: Birincisi, icranın başı olarak danışma kurulunun talimatını rızası hilafına kabul ediyor. İkincisi, imzaladığı metinde yapması gerekenler, yapmak istemedikleri!
28 Şubat basınının Başbakan Erbakan’ı itibarsızlaştırma operasyonunda oynadığı rol hiç şüphesiz “başrol”dür.
28 Şubat, 12 Eylül’den sonra merhum Turgut Özal’ın ihtimamla geliştirdiği demokratik yapının dinamitlenmesinden başka bir şey değil.
28 Şubat duruşması dolayısıyla açıklığa kavuştu ki, merhum Erbakan 28 Şubat Kararları denilen metni gerçekten imzalamamış. Neden?
Türkiye demokratik bir ülke. Seçim var. Seçimle gelen hükümetin programı var. Bu program, seçmenlerine vaadlerinin bir parçası. Anti demokratik bir müdahale ile hükümet seçmen karşısında itibarsızlaştırılıyor. Bu demokratik hayatın devamı açısından kabul edilemez. Erbakan kendisi kabul etmediği gibi, o zamanın siyasi parti liderlerinin de asla kabul etmeyeceğini düşünüyor. Ahlâkın en basit ilkesi: Bugün bana, yarın sana! Merhum Erbakan parti liderleri ile görüşerek meseleyi demokratik zemine çekmek istiyor.
Oysa senaryoyu yazanlar basını, yanaşık düzendeki sivil toplumu ayarladıkları gibi, parti liderlerini de ayarlamışlar. Hükümet baskıyla, tehditle, yıldırmayla gidecek yerine gelecek hükümet de belli.
O zamanlar merhum Muhsin Yazıcıoğlu’ndan dinlemiştim. Mes’ut Yılmaz’la görüşüyor. Ne yapması gerektiği belli: İlkeli ve tutarlı davranıp, demokratik sisteminin geleceğini kurtarmak. Fakat o, yakın dönemdeki başbakanlığın hesabında. Muhsin Bey’e de durumu çıtlatıyor.
Şimdi, Muhsin Bey yaşamıyor. Fakat onun şöhreti, namı yaşamaya devam ediyor. Necmeddin Erbakan da vefat etti, MGK kararlarının ilgili kısmının açıklanması onun müsbet imajını güçlendirdi.
Ya halen hayatta olan Mes’ut Yılmaz?
Onun yaşadığından emin miyiz?
28 Şubattan sonra askerlerin başbakanı olarak iktidara geldi. Fakat siyaseten öldü! Kendisiyle birlikte Özal’ın binbir emekle geliştirdiği siyasi akımı da öldürdü!
28 Şubatın baş aktörü medya aradan geçen bunca zamandan sonra gizlilik zırhına bürünmüş bir konunun mahkemede açıklanmasından sonra ne yaptı?
“Halkı bile bile yanılttık. Pişmanız, nadimiz, özür diliyoruz.!”
Yok böyle bir şey!
Çok fazla hayret göstermedi! Çünkü konu zaten onların malumu idi. Bildikleri halde yalan söylüyor ve sahtecilik yapıyorlardı.
Ve herkesin bakması gereken gazeteye bakın: Haberi ilk sayfada, tek sütunda küçük bir resim ve birkaç satırla vermişti. İşte başlık: “İmzalamak zorundayız diyemeyiz.”
Hürriyet’te hüviyeti meçhul bir haber bu. Kim diyemiyor? Erbakan resmine bakıp, onun sözü olduğunu çıkarabilirsiniz. Peki ne kastediliyor? Onu anlamak için birinci sayfadaki birkaç satır yetmez!
Değişen bir şey yok! Her şey yerli yerinde. Dürüstler dürüst, ahlâksızlar yine ahlaksız! Aradan geçen bunca zaman haysiyetsizleri haysiyet sahibi yapamıyor demek ki!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.