Hicretin özü
Dün Hicri yılın ilk günüydü… Sessiz sedasız ve şamatasız idrak ettik: 1434 bitti, 1435 başladı. Mübarek olsun.
Yılbaşı gecesi her şey son derece sakin ve duru idi. “Eğlenmek” adına kimse kimseyi incitmedi, kimse kimsenin yüreğine basmadı, sarhoş kavgalarının mağduru yaralılar hastanelerin aâcil servislerini doldurmadı, polis ve jandarma “alârm” durumuna geçmedi, polis arabaları sarhoşları evlerine taşımak zorunda kalmadı, cadde ve sokaklar sarhoş çığlıklarıyla çınlamadı…
Hicri yılbaşı ile Milâdi yılbaşının arasındaki farkı gördünüz mü?
Hicri yılbaşında, her Milâdi yılbaşı gecesi kopan kızılca kıyametten eser yoktu, bu Şehr-i İstanbul’da?..
Her yer sakindi. Ümmet, Peygamber-i Âlişan’dan miras alınan derin bir sükûnet ve ağırbaşlılıkla girdi yeni yılına. Yüreğinden kutladı büyük vuslatı (hicret kavuşmadır).
Ne sarhoş çığlığı duyuldu etrafta, ne silah sesleri yırttı gecenin karanlığını, ne tacize uğrayan kadın görüntüleri bizi insanlığımızdan usandırıp utandırdı.
Tam bir sükûnet manzarası hâkimdi Türkiye’ye. Bu farkı artık fark etmek lâzım!
Hicret, bugün de devam ediyor: Günahtan sevaba, yanlıştan doğruya, zulümden huzura, hatta bir anlamda internetten kitaba, televizyonlu odadan televizyonsuz odaya geçiş de bir nevi hicrettir.
İslam dünyasında (özellikle de şu günlerde Mısır ve Suriye’de) yaşananlara baktıkça, Hz. İbrahim’i, Hz. Yusuf’u, Hz. Yunus’u, Hz. Musa’yı, Hz. İsa’yı ve Âlişan Efendimiz Sallallahu aleyhi vesellem’i hatırlamamak mümkün değil…
“Peygamber” olmalarına rağmen neler neler çekmişler…
Hz. İbrahim ateşe, Hz. Yusuf kuyuya ve zindana, Hz. Yunus denize atılmış…
Firavun Hz. Musa’ya, Nemrut Hz. İbrahim’e, Roma despotları Hz. İsa’ya, Ebucehil Efendimiz’e musallat olmuş.
Efendimiz’in ciğerparesi Kerbela’da katledilmiş…
Her türlü “orantısız güç” kullanılmış.
Ama yılmamışlar, yıkılmamışlar. Tevekkül ve dua ile yaşayıp ölmüşler.
Alınacak çok büyük dersler var.
Hatırlayalım: Peygamberimiz Mekke’den hicret ettiği gün, düşmanları bayram ediyor, bir daha asla geri dönemeyeceğini düşünüyorlardı.
Görüntü de buydu: Ebucehil’in çevresi insan kaynarken, Efendimizin yanında tek kişi vardı: Hz. Ebubekir…
Fakat zaman içinde Efendimiz’in çevresi kalabalıklaşacak, Ebucehil ise git gide yalnızlaşıp nihayet kaybedecekti.
Oysa Hicret günü, Ebucehil ve yandaşları, “Müslümanların işini bitirdik, bir daha asla dönemezler” diye seviniyor, bayram ediyorlardı.
Hayatı sebeplerden ibaret sayıp “hikmet”i ıskalayanlar, sebepleri “sonuç” zannederler. Mekke müşrikleri de öyle zannediyorlardı.
Onlar sevinçten oynarken, Efendimiz, yanındaki yol arkadaşıyla Sevr Mağarası’na sığınmış, kendilerini takip eden düşmanlarından saklanmaya çalışıyordu.
Ebucehil maddi imkânlardan kaynaklanan kudret ve kuvvetini sınırsız bir kuvvet/ kudret şeklinde algılama gafletine düştü. Olup bitenleri “değişmez gerçek” sandı ve “Peygamberlik iddia eden yetimi kovduk, artık geri dönemez” diye mutlanıp eğlenmeye daldı.
Görüntü buydu; ama hiçbir şey göründüğü gibi değildir.
Yenilgi gibi gözüken bazı durumlar, kim bilir, belki de zafere giden en kestirme yolu açacaktır…
Bunu kavramak için yalnızca şuurlu bir “iman” ile derin bir “idrak” lâzım geliyor.
“Hicret”in yıldönümleri, işte o müthiş “varış” amacına uygun vekar ve ciddiyet içinde yaşanıyor. Her yılbaşında Sevr Mağarası sessizliğinde kutluyoruz, yürek bayramımızı. Mübarek olsun.
Kısa bir not: Devletin kumara (piyangoya) aracılık etmekten vazgeçmesi de bir hicrettir!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.