Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu

Atatürk olmayaydı biz olur muyduk, olmaz mıydık?

Atatürk olmayaydı biz olur muyduk, olmaz mıydık?

Yeni tartışmamızın konusu bu: Ve yine şakkadanak ortadan ikiye bölündük: “Atatürk olmasaydı, biz de olmazdık” diyenler bir tarafta, “Bal gibi de olurduk” diyenler diğer tarafta!
Ha bir de temkinliler ve tedbirliler var: “Belki yine olurduk, ama adımız Dimitr-Eleni olurdu; Ezan-Kur’an, Hac, Umre yasaklanırdı…” diyorlar
Öteki taraf cevabı hemen yapıştırıyor: İşgale uğramış hangi ülke insanın adı değiştirildi ki, bizimki değiştirilsin?
Balkanlarda dörtyüz yıl kaldık: Yunan’ın, Bulgar’ın. Sırp’ın adı Ahmed, Mehmed, Ayşe, Fatma mı yaptık?
Fransızlar 100 küsür sene Cezayir’i işgal altında tuttu: Cezayirlileri Fransuva mı yaptı?
Ama bizim adımız değişti: Savaş olduk, Hıncal olduk, Öcal olduk, Kaya olduk, Melis olduk; İmge, Müge, Öykü filan olduk!
Öte yandan, Ezan-ı Muhammedi, dini eğitim, Hac-Umre yasaklanmadı mı? Osmanlı kılığı, alfabesi, takvimi terk edilmedi mi?
Merakımı mazur görün, ama “Atatürk olmasaydı biz de olmazdık” desek, sahiden olmaz mıyız? Milleti kişiler mi var ediyor, yoksa millet kişileri mi var ediyor?..
Ya da şöyle bir soru: Atatürk ortaya çıkmadan önce, Türk Milleti yok muydu? Binlerce yıldan beri var olmamış mıydı?
Türkiye’de tartışmalar akıl, mantık, bilgi, belge, bilim düzleminde yapılmadığı için, hızla duygusallığa kayıyor ve kavga patlak veriyor.
Bunun sebebi açık: Tartışmayı sükûnet zemininde götürebilmek için gereken bilgi donanımından ve analitik düşünme alışkanlığından mahrumuz.
Bu da bizi sloganlar cehennemine atıyor. “Yaşasın”larla, “kahrolsun”laf arasında tükeniyoruz.
O zaman başlıyoruz efelenmeye:
“10 Kasım’da yüzbinlerce kişi Anıtkabiri ziyaret etti…”
Öteki taraf atılıyor hemen: “Eba Eyyüb türbesini kadir geceleri kaç kişinin ziyaret ettiğinden haberiniz var mı? Üstelik ne resmi zevat, ne üniformalı kalabalık, ne bindirilmiş kıtalar, ne medya reklamları var. Kendi halinde insanlar kendiliğinden geliyor.”
Böyle tartışma mı olur Allah’ınızı severseniz? Ne yapacağız yani, geleneksel türbelerle laikçi aydınların türbelerini mi yarıştıracağız?
Diyeceğim şu ki, tartışmalar sağlıklı zeminde yürümüyor. Biz, bize öğretilen, hatta medya ve ders kitapları aracılığıyla dayatılan kavramlarla tartışıyoruz. Peki, yanlış bilgilendirilmişsek ne olacak?
Atatürk’ün Samsun’a gidiş hikâyesini ele alırsak; 20 yıl öncesine kadar, bize, Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul hükümetine isyan ettiğini, durumdan vazife çıkararak kendi kendisini görevlendirdiğini, Padişah’ı baypas edip, “çürük Bandırma Vapuru”yla Samsun’a gittiğini öğretirlerdi…
O kadar ki, geminin pusulası ve haritası bile yoktu. Hatta ortaokulda okurken, tek başına gittiğini, kaptanlığı dahi kendisinin yaptığını düşünürdüm.
Bu o kadar kesin bir bilgiydi ki, aksini iddia eden ve Mustafa Kemal Paşa’yı Padişah’ın bizzat görevlendirdiğini yazan rahmetli Necip Fazıl mahkum edilmişti.
Bu anlatım daha sonra değişti: Mustafa Kemal’i Padişah’ın görevlendirdiğini, o zamana kadar görülmemiş yetkilerle donattığını, Bandırma Vapuru’nun “pusulasız-haritasız çürük bir gemi” olmadığını, Mustafa Kemal’ın yanındakilerle birlikte Boğaz’ı rahatlıkla geçmesi için İngiliz işgal kuvvetlerinden izin belgesi alındığını söylemeye başladılar.
Düne kadar “Çürük Bandırma Vapuru” tekerlemesini tekerleyenler, bugün ikinci tezi savunuyor: “Padişah gönderdi, ama…” diye başlayan cümleler kuruyorlar.
“Ama”sı nedir? Padişah görevlendirdiyse Padişah adına hareket edecek, onun kendisine verdiği yetkileri kullanıp işgalcilerle savaşacak, elinden gelen her türlü imkânı kullanarak işgali kırdıktan sonra, ülkeyi sahibine teslim edecektir.
Neyse, yerimiz bitti. Konuya devam etmek de içimden gelmiyor. Nokta!

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yavuz Bahadıroğlu Arşivi