“Türkiye Cumhuriyeti Tarihine Giriş” Kitabı-2
Yazımızın 1. bölümünün başında söylediklerimizi bir daha ifade ederek, adını başlık yaptığımız kitabın tabuları yıkan metinlerini okumaya devam ediyoruz:
Türkiye’de çeşitli Cumhuriyet tarihi kitapları var. Atatürkçü tarihi gevşek bulan Pür-Kemalist tarih var. Kemalizm’i Cumhuriyet’in resmî dini olarak idolleştiren Cumhuriyet Tarihi’nin 1931’den 1950’ye kadar liselerde ders olarak okutulduğu malûmdur.
Cumhuriyet öncesi hadiselerin ve Cumhuriyetle birlikte başlayan olumsuzlukların hâlen devam ettiği ve gerçek yüzünün tam olarak bilinmediği bir zamanda dimağımızı aydınlatan, gerçek bilgileri sektirmeden kullanan, Atatürkçü Cumhuriyet’ten dâvacı olan samimi ve cesaretli tarih yazıcısı, fikir ve kültür adamı, Türkiye Yazarlar Birliği Vakfı Başkanı D. Mehmet Doğan’ın “Türkiye Cumhuriyeti Tarihine Giriş” kitabı, zihinleri Atatürkçü Cumhuriyet tarihi okuyarak darbe almış, kirlenmiş ve ikilik içinde kalmış kitleleri uyandıracak bilgi ve tesbitlerle doludur.
Atatürkçü Cumhuriyet’ten dâvacı iseniz, D. Mehmet Doğan’ın adı geçen kitaptan hülâsa ettiğimiz kısımları bir alıştırma olarak okumanızı âcizâne tavsiye ederiz.
“TANZİMAT’TAN BERİ İNGİLTERE İÇİŞLERİMİZE KARIŞTI”
“İngiltere’nin Tanzimat'la birlikte Osmanlı Devleti'ni bürokratik paşalarla istediği yöne sevk etmeye” başladığını anlatan kitapta, “İngiltere’nin bu aktif pozisyonunu 2. Sultan Abdülhamid’le birlikte kaybettiği ve 2. Abdülhamid'in İngiliz gücüne karşı oluşturduğu dengelerin Osmanlı Devleti'ni tekrar uluslararası müessir bir kuvvet haline getirdiği” belirtiliyor. “Bunun İngilizleri çok rahatsız ettiği, İngiltere’nin Osmanlı’dan öç almak için beklediği fırsatı 1. Dünya Savaşı’nda yakaladığı…” ifade edilen bilgileri ilk kez bu kitapta okuyoruz.
“BAŞKENT ANKARA OLACAK”
“Osmanlı’nın yıkılıp yerine bir cumhuriyet kurulması konusunun W. Ormsby-Gore'un 13 Ocak 1918 tarihli muhtırasında yer aldığı” belirtilen kitapta, “Söz konusu muhtırada; bundan böyle Ermeni, Arap ve Yahudilerle ittifak yapılması, barışın sürekliliği için de İngiliz İmparatorluğu'nun tabiî düşmanı, Osmanlı-Türk devletinin ‘üçüncü sınıf bir devlet durumuna sokulması gerektiği’ iddia ediliyordu. Lord Gürzon'un ‘başkenti Ankara veya Bursa olacak bir Türk Devleti'nden’ sarahatle söz etmesini acaba Hariciye Nazırı'nın uzak görüşlülüğü ile mi açıklamalıdır?” deniliyor.
“M. KEMAL’İ ANADOLU’YA İNGİLİZLER GÖNDERDİ”
“Artık bazı Türkçe resmî kaynaklarda da Mustafa Kemal Paşa'yı İngiltere'nin Anadolu'ya gönderdiğine dair ifadeler yer alabildiği” anlatılıyor kitapta: “Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde doçentlik tezi olarak hazırlanan bir çalışmada, ‘Bir İngiliz Dışişleri görevlisi Mustafa Kemal'i İngiltere'nin Anadolu'ya gönderdiğini yazıyor’ denildikten sonra, Anadolu'ya gönderildikten kısa süre sonra geri çağrılmasının da İngiltere tarafından istendiği kaydedilerek bir nevi telafi yoluna, gidiliyor. Resmî tarihte Mustafa Kemal Paşa’nın İngilizlerin rağmına Samsun'a çıktığı, Hatta bir İngiliz savaş gemisi yakalamak üzere onun bindiği ‘köhne’ gemiyi takip etmiştir. Halbuki Samsun'da o sırada İngiliz askerleri vardır ve maksad Mustafa Kemal'in önüne geçmekse İngilizler bu imkâna sahipti.”
“İNGİLİZ DESTEĞİ NUTUK’TA DA YER ALIYOR”
“İngilizler, bilhassa devlet ve milletimizin umuru dahiliyesine ve maksadı meşru takib ettiği tahakkuk eden harekâtı milliyemize katiyen müdahale etmeyeceklerine dair Eskişehir 'den izam eyledikleri (yolladıkları) bir hey'et-i mahsusa ile söz verdiler. Milleti murakabe-yi mukadderatında kabine ile karşı karşıya bıraktılar.”
“MİLLÎ MÜCADELE VE HİLAFET”
“Mustafa Kemal Paşa, Millî Mücadele’nin başlangıcından itibaren vatan ve milletin kurtarılması ile birlikte hilafet ve saltanatın kurtarılmasını da savunmuştur. Bu Osmanlı Devleti’nin devamı demektir. Osmanlı devletini yıkmak, düşünülse bile başlangıçta bunun dile getirilmesi mümkün değildir. Millî Mücadele’nin sonraki anlatımları bunun tersini iddia eder. Baştan itibaren saltanat ve hilafetin de hedef alındığı iddiaları temelsizdir. Milli Mücadele’nin öncü kadrosu Osmanlı Devleti’nin kurtarılması, hilafetin ve meşruti sistemin devamı düşüncesini sonuna kadar muhafaza etmiştir.” Değişimi en iyi anlatan örneklerden biri hilafet meselesi. Kazım Karabekir Paşa’ya göre Mustafa Kemal, kafasına halife olmayı koymuş. 16 Ocak 1923’te şöyle der: ‘TBMM hükümeti, şer-i şerifi(şerefli şeriat) ahkâmından ibaret olan şura, adalet ve ululemre itaat esasına tevfikan (bağlı olarak) teşekkül etmiştir ve Türkiye Devleti için hilafet mevzuu bahis olmayıp ancak bu âlem-i İslam nazar-ı dikkate alındığı zaman var olabilir çünkü makam-ı hilafet yalnız Türklere ait değil, yüce âlem-i İslam’a aittir. Hilafet meselesini hal ve tebit edecek seviyeye vasıl oluncaya kadar TBMM makam-ı hilafeti bir nokta-i ümid olarak muhafaza edecektir.’ (…)”
Hilafetle ilgili tesbitlerin hülâsası şöyle : “7 Şubatta Balıkesir Zağanos Camii’nde öğle namazı kılındıktan sonra Mevlüt okunur ve Mustafa Kemal minbere çıkarak İslamiyeti öven o meşhur konuşmasını yapar. 5 Şubat’ta Akhisar’da iken İsmet Paşa’dan Lozan’daki barış görüşmelerinin kesintiye uğradığı hakkında şifreli telgraf gelir. İngilizler hilafetin kaldırılmasını isterler çünkü İslam dünyasındaki sömürgelerinde başları derttedir. Kazım Karabekir, Mustafa Kemal Paşa’nın çıkamadığı bir makamı yıkmaya karar verdiğini ve hilafetin bu sebeple kaldırıldığını ifade eder.”
“İSTİKLÂL MAHKEMELERİ”
Kitapta, İstiklal Mahkemeleriyle alakalı çarpıcı bilgiler mevcut: “Cumhuriyet’in kuruluş dönemi İstiklal Mahkemeleri söz konusu edilmeden tam manasıyla anlatılamaz. İlk defa 1920 yılında bu olağanüstü mahkemeler, başlangıçta daha çok askerden kaçanları caydırmak için kullanıldı. Savaş bitince mahkemeler ortadan kaldırıldı. Cumhuriyetin ilanından sonra tekrar hilafet tartışmaları sırasında teşkil edildi. Şapka inkılabı sırasında bu mahkemeler çok etkin bir şekilde kullanıldı. Mahkemelerde sanığın sorgulanması hem savcı, hem de hakim tarafından yapılıyordu. Sanık, kanuni kısıtlama olmamasına rağmen tatbikatta, avukat tutma hakkına sahip olmadığı gibi şahit de çağıramıyordu. Mahkemenin kararı kesindi, temyiz ve bir üst merci söz konusu değildi. Mahkemeler tarafından verilen ölüm cezaları Meclis’te hemen tasdik ediliyordu. Mahkemeler TBMM üyeleri arasından seçilen hakim ve savcılardan meydana geliyordu. Uygulamada, Mustafa Kemal Paşa’nın güvendiği ve kendisine bağlı kişilerin seçildiği görülmektedir.”
“CİHAD VE MİLLÎ MÜCADELE”
Kemalist Cumhuriyet’i, muhtevası ve kararlarıyla Millî Mücadele’nin devamı zannedenler aşağıda hülâsa ettiğimiz metni iyi okumalıdırlar: “Millî Mücadele, zamanında “Millî Mücahede / Mücahede-i Milliye” (yani millî cihad) olarak da anılmıştır. Millî Mücadele’nin 1. Dünya Savaşı sırasında ilân edilen Cihad’ın kapsamında olduğu söylenebilir. Bu sebeple, Türkiye dışından Cihad ilânını benimseyen ve uygulayan bazı önemli isimler, Millî Mücadele için de canla başla çalışmıştır. (Ahmed Şerif Senusî ve Acemi Sadun gibi). ‘Millî Mücadele için bütün Anadolu’da cihad ilân edilmiştir. (…) Konya’da karargâh kurmuş olan Mersinli Cemal Paşa, ‘mukaddes cihad’ ilân eden beyannameyi şehrin sokaklarına astırır… Şehrin ileri gelen âlimleri karargâha çağrılarak halkı cihada dâvet etmek üzere görevlendirir. (...) Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi Efendi, Sancak-ı Şerif’i açarak halkı müftülük binası önünde toplar. Halka hitabesinde, ‘cihad’ kavramı öne çıkar. “İşgal karşısında cihad tam mânasıyla teşekkül etmiş dinî bir farîze’ olarak ortaya çıkmaktadır. İşgalci düşmana karşı cihad etmek farz-ı ayndır, yani bütün Müslümanlara farzdır. “Bu mutlak olarak cihad-ı mukaddestir. Müftünüz olarak Cihad-ı mukaddes fetvasını ilân v tebliğ ediyorum.”
“CHF’NIN DEVLETLE ÖZDEŞLEŞTİRİLMESİ”
“...1931’de CHF üçüncü büyük kongresi yapıldı. Bu kurultayda ilk defa bir parti programı kabul edildi. Bu programda ‘güçler birliği’ prensibi öne çıkarılıyor ve altı ok ilkeleri, 1927’de kabul edilen cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık ve laiklik ilkelerine devletçilik ve inkılâpçılık ilkelerinin eklenmesiyle tamamlanıyordu. (…) Recep Bey (Peker), Parti’nin devlete hâkimiyetini inkılâp tarihi konferanslarıyla da doktrinleştirmeye çalıştı. (…) Bu sistem, tek partici, tek şefci, bürokratik-oligarşik bir siyasî ve sosyal yapı öngörmektedir. Nitekim Cumhuriyet Halk Partisi’nin 4. Kurultayında (1935) bu kesin ifadesini bulmuştur. Bu kurultayda bir parti programı değil, bir devlet düzeni programı hazırlanmıştır. Parti’nin Genel Sekreteri R ecep Peker bu kurultayda şöyle söyler: ‘Türkiye Cumhuriyeti bir parti Devleti’dir.’ (…) Genel Başkan Vekili İnönü… parti ile hükümetin birleştiğini…’ açıkladı. CHP’nin altı okunun 1937’de Anayasa’ya sokulması ile Parti prensipleri devletin temel ilkeleri hâline getirildi. (…) Kemalizmin altı oku… Bunlardan devletçiliğin, inkılâpçılığın ve laikliğin kesin olarak totaliterliği öngördüğünü söyleyebiliriz. (…) Altı Ok ilkelerinin Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’na (Anayasa’ya) sokulması görüşmeleri sırasında Komisyon başkanı Şemseddin Günaltay, ‘Öncelikle bu ilkelerin Türk’ün tarihteki hayatından çıkarıldığını’ öne sürer. ‘Türk, bugüne kadar süregelen varlığını bu ilkelerle koruyabilmiştir.’ (…) Günaltay bunları Atatürk’ün ölümünden bir yıl önce, Kemalizmin tamamlandığı, son şeklini aldığı günlerde söylemektedir.”
“LAİKLİK VE UYGULAMALAR”
“Türkiye Cumhuriyeti’nin asıl karakterini en azından tek parti döneminde, tamamıyla laiklik ilkesinin ve uygulamasının tain ettiğini söylemek mümkündür. ‘Laiklik” en aklî olarak bir modernleşme gerekçesi olarak görülmüş ve savunulmuştur. (…) Bir nevi laiklik ideolojisi ‘laisizm’ yani ‘laikçilik’ sözkonusu olmuştur. Böylece devlet dini kontrol altında tutmakta ve laikliği uygulatmaktadır. (…) 1923-30 arasında İslâm’dan uzaklaşmaya, laikliğe mecbur edilen Türkiye, tabiî olarak şiddete ve İstiklâl Mahkemelerine de mahkûm olmuştur. Türkiye’nin dinî yapısının Lozan Konferansı’nın tamamlanmasının hemen ardından tartışılmaya başlanması ilgi çekicidir. Kâzım Karabekir konunun bu tarafına dikkat çekmektedir. Karabekir, Ankara’da Lozan’dan sonra yeni bir hava esmeye başladığını, İslâmiyetin ilerlemeye engel olduğunun üst kademelerde ve parti toplantılarında seslendirildiğini belirtmektedir: ‘Halk Fırkası lâdinî ve lâahlakî olmalı imiş! Macarlar ve Bulgarlar gibi ufak milletler bizim gibi, Almanya tarafında bulunarak mağlup oldukları hâlde, istiklâllerini muhafaza ediyorlarmış. Medeniyete girmişlermiş. Türkiye, İslâm kaldıkça, Avrupa ve hele İngiltere müstemlekelerinin çoğunun halkı İslâm olduğumuzdan, bize düşman kalacaklarmış? Sulh yapmayacaklarmış."
Hâsıl-ı kelâm; D. Mehmet Doğan’ın “Türkiye Cumhuriyeti Tarihine Giriş’ kitabı, kapağındaki ifadelerle “alışıldık isimli bir kitap, fakat içindekiler kesinlikle öyle değil. Şu ikazı yapmak zorundayız: Klasik Türkiye Cumhuriyeti tarihi kitaplarının takipçileri bu kitabı okuduklarında kafa konforları sarsılacaktır. ‘Kafa konforumu neden sarsayım’ veya ‘zihnimi neden bulandırayım’ diyenlerin bu kitapla bir alışverişlerinin olacağını sanmıyoruz. Fakat kafa konforunu sarsmayı göze alanlar için bu sarsıntı sorgulayıcı bir tedirginlik doğurursa kitap amacına ulaşmış demektir.”
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.