Nereden nereye Pınarhisar’dan Çankaya’ya
1994 mahalli seçimlerin öncesinde Refah Partisi’nin coşkulu çalışmaları arasında İstanbul İl başkanlığından İstanbul belediye başkan adaylığına giden yolda Sayın Erdoğan’ı diğer parti adayları arasında en mütevazı, sözü ölçülü ve en genç olarak tanıdı Türkiye. O zamanlar hatırlıyorum SHP -ki CHP veya DSP’nin dönemsel anolojisidir, “yoktur birbirinizden farkınız” dense doğrudur- gururdan kabara kabara İstanbul adayını açıklamış, Zülfü Livaneli ve Ankara’daki partili mevkidaşı –ki adını şimdi hatırlamıyorum- tv ekranlarının da kendilerine geçtiği iltimas ile uzun uzun konuşuyor, gerine gerine canlı yayında birbirlerine selam yolluyor, konuşma sırasının kendisine gelmesini bekleyen Erdoğan’ı -ki o da bilinçli bir şekilde biraz da ekranın kenarına itilmişti “malum” zihniyetin kanalı tarafından- görmüyorlardı bile. Hatırlıyorum, seçim oldu, oylar açılıyor ve canlı yayında iki SHP’li Ankara ve İstanbul’u aldıklarından o kadar eminlerdi ki karşılıklı tebriklerini bekletemiyorlardı bile.
Ne oldu! Kibir kibir kabaranların hepsi silindi gitti, İstanbul Erdoğan’ına kavuştu o da İstanbul’una. Ama tarihten ders almayanlar böbürlenmeye devam ettiler. “Nereden” dediler “İstanbul’u temizleyecek, arıtacak, kalkındıracak… yapamayacak..” Hiç umdukları gibi olmadı, çünkü İstanbul pis kokusundan arındı, Haliç temizlendi, Pier Loti’ye çıkmak eziyet değil zevk oldu. Yıllardır yapılması gerekenin ne olduğu bilinmediğinden veya yapılması gereken yapılmadığından, kaynaklar “başka bambaşka” yerlere aktarıldığı için bir türlü sıra gelemediğinden oluşmuş, birikmiş, yükselmiş çöplük yığınlarından dağcıklar Erdoğan’ın azmi karşısında bir anda yokoluverdiler. Kibirliler şaşırdı! Nerede bizim çöplük dolu İstanbul sokaklarımız diye hayıflandılar. Sonra kuraklık geldi. İstanbul biz çocukken, büyürken, çocuklarımızı da büyütürken hep susuzluk çekti, ta ki İstanbul Erdoğan’ına kavuşana kadar. Susuzluk bıçak gibi kesildi, musluklar gözlerin bile inanamadığı suları kesintisiz akıttı. Bu arada kibirliler yağmur duasına çıkan Erdoğan’ı kınamak, küçümsemekle meşgullerdi. “ne o öyle! Dua mua! Yakışır mıydı bizim çağdaş İstanbul’umuza” der gibi müstehzi bakışlarla dudak büküyorlardı. Rabbim de “mucibu-daavat” olarak kabul buyurdu şakır şakır yağmur indirdi göğünden İstanbul’a.
Gel zaman, git zaman İstanbul birilerini rahatsız etmeye başladı, mahalli seçimlerde iktidar olan Refah Partisi’ne artık bir dur denmeliydi, Siirt’teki şiirli yol Erdoğan’ın sonradan kendi ifadesiyle “okul” dediği Pınarhisar’a çıktı. O gün Pınarhisar’da binlerce insan tarafından Medrese-i Yusufiyye’ye uğurlandığı sabah Sayın Emine Erdoğan ve kızlarıyla Fatih’te buluşmuştuk kardeşim Ravza ile beraber. Fatih Camii’ne beraber geçtik. Sonra Ravza’nın eşi Osman abi de katıldı Pınarhisar’a geçtik. Veda konuşmasını yapıp eşi Emine Erdoğan’ın koyu renk gözlüklerle gizlemeye çalıştığı göz yaşları arasında içeriye uğurlanırken otobüste hemen arkalarındaydık. Sonra Emine abla ile beraber bir kaç defa ziyaret etme imkanım oldu.
Şimdi bunları neden hatırladım… Başbakan Erdoğan’ın o günlerin üzerinden ondört yıl geçtikten sonra Pınarhisar’ı ziyaret etmesiyle alakalı olarak Yenişafak’ta Mehmet Şeker beyin kaleme aldığı yazısından dolayı… Pınarhisar’da Reis’i ziyaret ettiğinde konuştuklarına atfen yazdığı “Hocaefendi, Ecevit’ten sonra benim için de sefaatçi olmaz mı?” diye başlıklı yazısının o günlere dair hatırlattıklarından dolayı…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.