28 Şubat Dâvâsı... Sorular-cevaplar ve cevapsız sorular!
Şükürler olsun... Yıllardır gerek yazılarımda, gerek televizyon ekranlarında; “Bir sorun” diyordum, “Sorun bakalım, 28 Şubat döneminin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı 27 Şubat günü neredeydi?”
Nerede olduğunu elbette biliyordum... Daha önce de yazdığım gibi, Karadayı, “27 Şubat” günü İsrail’de ve hatta Yahudilerce kutsal sayılan Ağlama Duvarı’nda idi... Ertesi gün de, yani meşhur “28 Şubat 1997” tarihinde de, “9 saat” devam eden meşhur MGK’da idi!.. Yani, “Erbakan Hükümeti’nin düşürülmesi”ne, “28 Şubat Darbesi”nin de başlamasına yol açan MGK’da...
O SORU, NİHAYET SORULDU
İşte bunun “tescillenmesini” istiyordum... Tescillenmesi için, elbette sorunun sorulması gerekiyordu...İşte onun için “Şükürler olsun” diyorum... Çünkü o soru, dünkü “28 Şubat Dâvâsı”nda, avukatlar Cüneyt Toraman, Bülent Demir, Hüsnü Tuna, Yılmaz Bölükbaşı ve Necip Kibar tarafından bizzat İ. Hakkı Karadayı’nın kendisine soruldu.
Denildi ki;
“İsrail Genelkurmay Başkanı’nın davetlisi olarak 24 Şubat 1997’de İsrail’e gittiniz. Bir takım görüşmelerden sonra 27 Şubat’ta Türkiye’ye döndünüz. Ertesi gün 9 saatlik bir MGK toplantısı yapıldı. İsrail’de bu toplantının provası mı yapıldı?”
Evet, avukatların sorusu açık ve net;
“Darbe İsrail’de mi tezgâhlandı?”
Öyle ya;
“Darbe İsrail’de tezgâhlanmadı” ise, 24 Şubat’ta gittiğiniz İsrail’de niye “4 gün” kaldınız?..
Bu “4 gün”de neler görüştünüz, neler plânladınız?
Karadayı, bu soruya cevap vermek yerine, “pişkin” bir şekilde “gülerek” demiş ki;
“Hayretler içinde kalıyorum...
Bu sorduğunuz soruları nereden üretiyorsunuz?”
Herhalde farkındasınızdır...
İ. Hakkı Karadayı, kendisine yöneltilen sorulara ya “Bilmiyorum” cevabını veriyor, ya da “Hatırlamıyorum!”
Eski 1. Ordu Komutanı Çetin Doğan, dünkü duruşmada; “Kendisine acil şifalar diliyorum” dediğine göre; Karadayı’nın “bunadığını” mı ima etti acaba?..
Olabilir...
Karadayı, artık genç değil...
Hayli yaşlandı...
Bu yüzden de;
Kâh bilmiyor!..
Kâh hatırlamıyor!..
Dolayısıyla;
Sorulara cevap veremiyor...
CEVAPSIZ SORULAR
Dünkü duruşmada olduğu gibi...
Sırf “tarihe not düşmek” için, avukatların yönelttiği ama Karadayı’nın cevap veremediği soruları bilgilerinize sunmak istiyorum.
İşte o, cevapsız sorular:
l “Askerler sivil otoriteye bağlıdırlar. 28 Şubat sürecinde bazı olaylar karşısında rahatsızlık duyduğunuzu belirtiyorsunuz. Bu süreçte neden Osman Pamukoğlu gibi asker elbisesini çıkararak, yönetime talip olmadınız? Neden böyle bir yol tercih etmediniz?”
l “BÇG, araştırma, proje hazırlama göreviyle, sadece bir yerde oluşturulmuş masum bir komisyon mudur? Yoksa, 10 Nisan 1997 tarihli BÇG belgesinde yer aldığı şekliyle ayrı bir birim teşkilatlanması mıdır?”
l “Refah Partisi’nin Anayasa Mahkemesi’nce kapatıldığını söylediniz. Bunda, olayları abartan bir kısım medyanın tahrikleri ve gazete kupürleri delil olarak kullanılmıştır. Refah Partisi’nin kapatılması sürecinde Genelkurmay Başkanlığı olarak yönlendirici rol üstlendiğiniz konusunda ne dersiniz?”
l “28 Şubat döneminde 150 bin kişinin kadrolaştığı tespit edilmiş, 150 bin kişilik kadrolaşma TSK içinde mi Türkiye genelinde mi?”
l “2010 yılındaki referandumla YAŞ kararları yargıya açıldı. Niye askeri mahkemeler varken, yargılanma hakkı olmayan bir kuruma, YAŞ’a bin 546 kişiyi ihraç için gönderdiniz? 2’li ve 3’lü kararnamelerle yargısız infaz yapılmasına neden izin verdiniz? Hiç vicdan azabı çekmediniz mi?”
KANLI-KANSIZ MESELESİ
Bir soru var ki;
Karadayı, bu soruya cevap verdi ama “bir Genelkurmay Başkanı” gibi değil, “bir kahve müdavimi” gibi!..
Meselâ, avukatlardan Yılmaz Bölükbaşı, merhum Necmettin Erbakan’ın; “Şeriat gelecek, kanlı mı olacak, kansız mı?” sözünü “nerede” söylediğini sormuş Karadayı’ya... Karadayı cevap vermiş; “Pek çok kişi bunu televizyondan duydu!”
Bu vesileyle bir-iki lâf söylemek istiyorum... Erbakan Hoca’yı da, “medya”yı da, bazı olayları da yakından takip eden biri olarak açıkça ifade ediyorum ki, “Kanlı-Kansız” sözü, “kasıtlı” ve “kalleşçe” bir inatla, hâlâ saptırılmaktadır!.. Çünkü, o sözün dayandığı olayın gerisinde, o günlerde oluşturulan “faks zinciri” vardır!.. O fakslarda da, “Biz bu Cumhuriyet’i kanımızla kurduk, yine kanımızı döker ve Cumhuriyet’i Erbakan’a teslim etmeyiz!” yaveleri vardı!..
“Kanlı-Kansız” sözünün özü budur... Erbakan Hoca, o sözü; “Gözlerini kan bürüyenlere” söylemiştir...
Eğer o “faks”lar, o “telefon”lar olmasaydı, merhum Erbakan; “Kanlı-Kansız” ifadelerini hiç kullanmazdı...
Kaldı ki, bu ifadeyi de “tehdit” etmek için değil, tam aksine “herkesin rahat olması” için söylemiştir.
Bir defa daha tekrarlıyorum;
Bu söz amacından saptırılmıştır...
Onu amacından saptıranlar da, “alçak”tır, “şerefsiz”dir, “kalleş”tir!..
ARKA BAHÇE YALANI
Tıpkı, “Arka bahçe” sözü gibi...
Bu vesileyle, bir defa daha ve altını çizerek söylüyorum ki;
“İmam Hatipler bizim arka bahçemizdir” sözü, kesinlikle Erbakan Hoca’nın ağzından çıkmamıştır!..
Merhum Erbakan, siyasi hayatının hiçbir döneminde, hiçbir özel ve genel toplantıda İmam Hatipler için “Onlar bizim arka bahçemizdir” sözünü söylememiştir.
Tam tersine, İmam Hatip’lileri baş tacı olarak görmüş, bu okulları hep övmüş, oğlunu da bu okullarda okutmuştur!..
Sayın Şevket Kazan’ın kaleme aldığı Refah Gerçeği kitabının 3. cildinin 395. sayfasında da açıkça ifade edildiği gibi “İmam Hatip okullarının Refah Partisi’nin arka bahçesi” olduğu iddiasını ilk defa ortaya atan kişi Milliyet gazetesi yazarlarından Yalçın Doğan’dır. (13.11.1996 Milliyet)
Daha sonra Mesut Yılmaz, ondan sonra da Bülent Ecevit’tir.
Şimdi, her üçünün bu konuda yazdıklarını ve söylediklerini kısaca aktaralım:
l Yalçın Doğan (13.11.1996 Milliyet):
“İmam Hatip mezunları üniversitelerde genellikle hukuk ve kamu yönetimini tercih ediyor. Oradan İçişleri, Emniyet ve Adalet birimlerine yerleşiyor. Refah Partisi’nin kadroları buralarda oluşuyor. İmam Hatipler gerçekte RP’nin arka bahçesi...!”
l Mesut Yılmaz (3.4.1997 Hürriyet):
“Türkiye’de iki zihniyet savaş halindedir. Bu iki zihniyetin bir kutbu CHP çizgisi, diğeri ise RP çizgisidir. Biri ister ki okullar dinsiz ve milliyetsiz bir nesil yetiştirsin. Diğeri İmam Hatipler onların arka bahçesi, mücahitleri olsun.”
l Bülent Ecevit (24.4.1997)
“Kesintisiz 8 yıllık eğitim rejim için önemlidir. İki ayrı kuşak yetiştiriliyor. Erbakan İmam Hatip Okulları’nı kendi fidanlığı gibi görüyor. Bu okullar Refah Partisi’nin arka bahçesi olmamalı.”
Görüldüğü gibi, tamamen Erbakan’ın dışında ve Refah Partisi aleyhtarı olan kişilerin kullandığı bu sözler, siyasi platformda estirilen rüzgârlarla sanki Erbakan tarafından söylenmiş gibi propaganda edilmiştir!..
Bunu da, bu vesileyle ifade ettim ki; “yalan-yanlış hatırlayan”lara, “hiç hatırlamayan”lara, “bunayan”lara bir kıyağım olsun!..
Haaa, İ. Hakkı Karadayı mı?..
“28 Şubat Postmodern Darbesi”nin bir “darbe” olmadığını iddia eden bir adama ne diyeceksin ki?..
Hele “adını” sorun kendisine,
Bakalım hatırlayabilecek mi?..
BDP’liler niye tahliye edilmedi... Hakan Şükür niye istifa etti?
Hayli gür “bıyık”ları olan bir adam, bir gün “bıyıksız” olarak çıkmış arkadaşlarının karşısına... Arkadaşları; “Bıyıklarını niye kestin?” diye sorunca, izah etmiş: “Gece uyurken, bıyıklarımın üzerinden bir fare geçti, onun için kestim.” Arkadaşları demiş ki; “Üzerinden fare geçti diye hiç bıyık kesilir mi?”
Cevap vermiş adam: “Yol olur, ondan korktum!”
Anayasa Mahkemesi’nin ve yerel mahkemenin kararından sonra CHP Milletvekili Mustafa Balbay tahliye edilince; Doğu Perinçek de dahil, herkes “tahliye” talebinde bulunmaya başladı.. Ne var ki; “KCK’lı ve BDP’li milletvekilleri”nin tahliye talepleri, dün yerel mahkeme tarafından reddedilmiş!..
Bence, burada bir “çifte standart” var... Öyle ya; mesele “tutukluluk” ise, onlar da tutuklu... Mustafa Balbay tahliye edilmişse, onlar niye tahliye edilmiyor?.. Ya da şöyle soralım: “BDP’li milletvekilleri”nin serbest bırakılması “yasalara uygun değil”se, Balbay’ın durumu yasalara uygun muydu?.. Ne yani, Balbay’ın dışkısında “gök boncuk” mu vardı ki, serbest bırakıldı?..
Bu gelişme, “pazarlık yapıldığı” iddialarını güçlendirir ki, o zaman da “hukuk nerede, adalet nerede?” soruları gelir gündeme... Ve sorular: Dün “AK Parti’den istifa” eden Hakan Şükür de mi “pazarlık” sonucu istifa etti?!?..
Bir “yol”dur gider, ama nereye?..