Mürşid, mürid ve siyaset
Tanımaktan şeref duyduğum bazı “meçhul” insanlar var. Buna karşılık “keşke tanımasaydım” dediğim “meşhur” insanlar da var…
Hamza Emek Ağabey, tanımaktan şeref duyduğum “meçhul” isimlerden biridir. Yüksek makamlarda oturmamış, holdingler kurmamış, hayatında televizyona bile çıkmamış, kitap-mitap da yazmamıştır. En büyük fazileti, davasına sadakatidir…
Kendisinden siyaset-cemaat ilişkisi üzerine bizzat dinlediğim hikâyeyi sizinle paylaşmak istiyorum…
O tarihte Demokrat Parti oluşum aşamasındadır, fakat iktidar partisinin (CHP) hışmından korkulduğu için teşkilatlanma yavaş yürümektedir. Bediüzzaman, talebesi Hamza Emek’i Emirdağ teşkilâtını kurmak üzere görevlendirir.
O da birkaç arkadaşıyla birlikte Demokrat Parti ilçe teşkilatını kurar. Başına da gelmeyen bela kalmaz.
Daha sonra, teşkilattaki arkadaşları, belediye başkanlığı için aday olmasını isterler. Kesin kararını bildirmesi için de kısa bir süre tanırlar. Hamza Emek, Üstad’ın görüşünü almak istemektedir, ancak Bediüzzaman, Isparta’da bulunmaktadır. Kaldığı evde de telefon yoktur.
Bir gece sabaha kadar düşünür. Sabah ezanıyla birlikte kapısı çalınır. Gelen Bediüzzaman’ın hizmetkârlarından Zübeyir Ağabey’dir (Gündüzalp). Daha soluklanmadan Üstad’ın mesajını iletir:
“İzin yok kardeşim. Belediye başkanı olursan siyasetin olumsuzlukları cemaate fatura edilir. Aramıza fitne sokulur. Bizim müdahalemiz buraya kadar. Biz hizmette varız, ücrette yokuz!”
Ve Hamza Ağabey, tepsi içinde sunulan belediye başkanlığı makamını kabul etmez.
Risale-i Nur hizmetinin esası “Hizmette var olup ücrette yok olmak”tır. Bu esası korumak için, Bediüzzaman, “euzu billahi mine’ş-şeytani ve’s-siyase” demiş, şeytanın ve siyasetin şerrinden Allah’a sığınmıştır.
•
Bir örnek de eski çağlardan…
Sultan II. Mehmed (Fatih), devlet işlerinden gına getirdiği günlerden birinde, mürşidi Ak Şemseddin’i ziyarete gider…
Eski tarihlerimizin kaydına göre, o esnada Hoca, sedirlere uzanmış kitap okumaktadır…
Hiç istifini bozmadan Padişah-ı Cihan’ı kabul edip, girer girmez “Hacetün (ihtiyacın) nedür Mehmed?” diye sorar…
Fatih’in talebi, şudur:
“Sana bir hacet içün geldüm ki, birkaç gün beni halvete koyup (dersine alıp) irşâd eyleyesün. Bir dem senun dersunde bulunma lezzeti cihan padişahlığından aglebdur” (üstündür)…
Ak Şemseddin Hoca, müridinden duyduğu sözlerden hiç memnun olmamış, müridini tersleyip kovmaktan beter etmiştir. Verdiği karşılık şudur:
“Meşâyih-i izâmın halvetinde (şeyhlerin sohbetinde) bir lezzet vardır ki, ana dahil olan emr-i saltanat gözünde olmayub, dünya gözünden silinub saltanattan geçub gitmek mukarrerdir (bir şeyhe talebelik padişahlıktan daha lezzetlidir. Bunu tadan padişahlıktan kopar). Bu sebeple ahval (durumlar) bozulub, her birimiz bu hale sebeb olmakla Allah’ın gazabına uğrayarak günahkâr olmak lâzım gelür… Sen makamının icabı üzre adl ü insaf içinde ol.”
Yirmibir yaşında dünyevi kudretlerin zirvesine ulaşmış bir Padişah’ın gurura kapılmadan mürşidinin dergâhında mutluluk araması, kolay rastlanabilir bir şey olmasa gerektir…
O sırada Ak Hoca, devletini istese bile tereddütsüz verirdi. Ama istemedi…
Zaten bir süre sonra diğer hocası Molla Gürânî’ye sadrazamlık teklif edecek, ama o da istemeyecektir.
Çünkü o insanların dünyada gözü yoktur…
Dünya malında gözü yoktur…
Makam ve mevkide gözü yoktur…
Onların tek hedefleri, “Rıza-i İlâhî”dir.
Hedefi Rıza-i İlâhî olan, bir an bile dönüp dünyaya bakmaz!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.