Din ve devlet ilişkilerini yeniden düşünmek
Laiklik güç mü kazanıyor?
2007 senesi Türkiye için bir dönüm noktası olmuştu. Cumhurbaşkanlığı seçiminin yapılacağı yılın başında Türkiye’nin büyük şehirlerinin meydanlarında “Cumhuriyet ve laiklik” mitingleri yapılıyordu. Büyük kalabalıkların seferber edildiği gövde gösterisi mahiyetindeki toplantılarda laiklik kavramı bilhassa öne çıkarılıyor, atatürkçülük, ilke ve inkılaplar sözkonusu ise temel konunun laiklik olduğu vurgusu yapılıyordu.
Esasen geçen zaman içinde ilke ve inkılapların uygulanabilirliği konusunda tereddütler artmıştı. Devrimcilik ilkesi, 12 Eylül’de darbeciler tarafından reddedilmiş, devletçilik ilkesi Turgut Özal döneminde geçerliliğini kaybetmişti. Halkçılık medlülü anlaşılamayan ancak bir parti ile birlikte anılan bir ilke haline gelmişti. Milliyetçilik ayrışmaya başlamış, ulusçuluk, ulusalcılık farklı bir milliyetçilik olarak tanımlanır olmuştu. Öte yandan, etnik milliyetçilik/ler milliyetçilik ilkesinin zıddını doğurduğu düşüncesini güçlendirmişti. Geriye kalan cumhuriyetçilik ve laiklik ise demokrasi ile sınanmaktan uzak tutulmaktaydı. Daha doğrusu iki ilkenin de demokrasi ile fazla bağdaşmadığı, bu mitingleri düzenleyenlerin sözlerinden ve fiillerinden çıkarılabilirdi.
27 Nisan e-muhtırası, ardından cumhurbaşkanlığı seçimini kilitleyen 367 hukukî buluşu (!), iktidardaki hükümeti erken seçime yöneltti. Temmuz ayında yapılan seçimler, mevcut iktidar partisinin güçlenerek çıkması üzerine, bir dönüm noktası haline geldi. O günden sonra, laiklik kavramı iyice arkaplana düştü. Atatürkçülük, ilke ve inkılaplar da aynı akıbete maruz kaldı. Günlük gazetelerin, sesli ve görüntülü yayınların bu kelimeleri kullanma sıklığında ciddi bir düşüş oldu.
17 Aralık ve takib eden bazı olaylar, bu konuların tekrar gündeme gelmesine yol açtı. Bilhassa laiklik yeniden günlük basının konuları arasına girdi. Türkiye’de dini yönelişinin tesirini kaybedeceği, laiklik kavramının dinî referanslı parti/ler tarafından dahi esas alınacağı yönünde fikirler ortaya atıldı.
Türkiye tarihinin din devlet ilişkileri konusunda, laiklik sözkonusu olmaksızın bir hayli tecrübeyi barındırdığı unutulmuş görülüyor. Osmanlı Devleti’nin başlangıcından itibaren din devlet ilişkileri, devlet eksenli bazı uygulamalarla kendini belli etmiştir. Bu uygulamaların, bilhassa başlangıç döneminde Şeyh Bedreddin isyanı ile belli bir çerçeve kazandığını söyleyebiliriz. Bu vak’a, Osmanlı hükümdarlarını, bürokrasisini dini kimliği ile güç toplayanlar hususunda dikkatli olmaya yöneltmiştir. 2. Murat, Ankara’da ortaya çıkıp, Darende’den batıya doğru bir hayli yaygınlaşan Bayramiliğin takibe alınmasını istemiş, bu maksatla Ankara’ya gönderilen görevliler, Edirne’ye, yani o zamanki başkente Hacı Bayram ile birlikte dönmüşlerdir.
Devlet için bir tehdit olmadığı Sultan tarafından bizzat müşahede edilen Hacı Bayram, Ankara merkezli irşad faaliyetlerine devam etmiştir. Hacı Bayram’ın ve tarikatının o sıralar siyasî bir maksat güttüğünü, bu maksadın İstanbul’un fethine yönelik zihnî bir altyapı oluşturmak şeklinde tezahür ettiğini söyleyebiliriz. Nitekim, Hacı Bayram’ın ünlü halifesi Akşemseddin başta olmak üzere diğer halefleri İstanbul’un fethi ile sonuçlanacak kuşatmaya davet edilmiş, 20 bine ulaşan bir bayramî kitlesi bu kuşatmada aktif rol almıştır.
Osmanlı sultanlarının müftülük, şeyhülislamlık kurumlarıyla dinin devlet içindeki yerini belirlediklerini, bunun dışında tarikatları dikkatle takip ettikleri bilinmez değildir. 19. Yüzyılda aynı zamanda bir tarikatla özdeşleştirilmiş olan Yeniçeriliğin ilgası bir dönüm noktası olarak görülebilir. Din devlet ilişkileri bundan sonra farklı bir çerçeve kazanmış, bir süre men edilmiş olan Bektaşilik daha sonra diğer 11 tarikat gibi Meclis-i Meşayih ile kontrol altında tutulmuştur.
19. asrın ikinci yarısından itibaren tarikatların başıboş olmadığı, bir nevi özdenetim mekanizması ile kontrol altında tutulduğu bilinmektedir. Buna rağmen, tarikatlar kapatılırken, onların başıboşluğundan, toplumu olumsuz tarzda tesir altında tutmasından sıkça bahsedilmiştir. Tarikatlar, toplumdaki farklı dini eğilimlerin temsilini bu arada, Sünnilik dışı temayüllerin temsil edilmesini sağlayarak siyasi ve sosyal yapıyı güçlendirmişlerdir.
Cumhuriyet’in kurucuları toplumun sadece siyasi eğilimlerini engellemekle kalmamışlar, dinî ve sosyal eğilimleri de iptal etmeye yönelmişlerdir. Tekkelerin kapatılmasıyla bilhassa Alevi Bektaşi kesimin açık temsili tamamen ortadan kaldırılmış, tarikatların gayri resmi varlığı denetimi, öz denetimi imkânsız hâle getirmiştir.
Bu ahvalde Türkiye’de dini yapılar başka şekillerde görünür olmayı seçmişlerdir. Asıl niyetler ve hedefler gizlenerek görünür olmak ciddi zaaflara yol açmıştır. Bu iç zaafların bugün ortalığa saçıldığını görmemek mümkün değildir. Bir dini topluluk asıl amacını gizlemekle, görünür amacının esiri olmaktadır. Bu arada; arkaplana itilmiş olan asıl amacın tahrifata uğraması durumu ile karşı karşıya kalınmaktadır.
Önümüzdeki günlerde din devlet ilişkilerinin daha sık konuşulacağını tahmin etmek güç değildir. Fakat bunun laikliğin güçlendirilmesine yol açacağını ummamalıdır. Türkiye’nin en bağnaz dönemi, cumhuriyet sonrası devletin resmen laik olduğu dönemdir. Öncelikle hakim dini akım baskı altında tutulmakla beraber, bütün dini görüşler ve farklı dinlerin de Cumhuriyet’ten sonra Osmanlı’nın hiçbir döneminde olmadığı kadar baskıya maruz kaldığı unutulmamalıdır. Din devlet ilişkileri yeniden düşünülürken elbette bu olumsuzluğun göz ardı edilmesi mümkün değildir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.