Tarihe tarihliğini hatırlatmak!
Kalk yiğidim, yine dağ başını duman aldı..
Parçalandı bir kıtanın toprakları,
Aslan payını aslan olmayan aldı...
Kalk yiğidim, yine dağ başını duman aldı.
Hamaseti sevmem. Fakat Ârif Nihat Asya’nın bu kıt’asını pek severim!
Musul-Kerkük meselesi… Eğer Lozan bir “zafer”se, onun fiyakasını kesin olarak zedelemiştir.
Lozan’da sınırlar çizilirken, İngilizler Mondros Mütarekesi’nden sonra işgal ettikleri (3 Kasım 1918) Musul-Kerkük bölgesini dışarıda tuttular. Türk heyeti böyle bir sonuçla ülkeye dönemezdi. Israrlar sonucunda, konu ertelendi… Bunun meselenin İngilizler lehine halledileceği anlamına geldiğini o zamanlar herkes biliyordu. Nitekim öyle oldu…
Ali Şükrü Bey, Musul meselesinin ertelenmesini şöyle eleştirir: “Efendiler, soruyorum, düşmanların altı ay sonra iade etmiş olduğu bir toprak var mıdır? Yoktur efendiler. Hangi toprak bir daha iade edilmiştir? Musul’u bir sene sonraya bırakmak… neticede kaybetmek demektir.”
Misak-ı Milli’ye dahil olduğu halde Lozan’da muallakta bırakılan Musul Meselesi İngiltere ile ikili görüşmelerle çözülemedi. Türkiye’ye Lozan’ı bir an evvel tasdik etmesi için baskı yapan İngiltere Andlaşma’yı en son kabul eden ülkedir! İlgili kanun tasarısı Avam Kamarası’nın gündemine Nisan 1924’te (Türkiye’de Hilafet’in kaldırılmasından sonra) sokulmuş ve 24 Temmuz 1924’de kabul edilmiştir. Cemiyet-i Akvam’ın Lozan’ı tasdiki ise, Musul meselesinin İngiltere tarafından bu kuruluşa havale edildiği güne rastlamıştır! (6 Ağustos 1924)
İngiltere’nin kontrolündeki Cemiyet-i Akvam’da sonuç alınamayınca konu Yüksek Adalet Divanı’na intikal etti. Sonunda İngilizlerle Ankara’da masaya oturuldu. 5 Haziran 1926’da Musul-Kerkük bölgesini İngiltere’ye bırakan Ankara Andlaşması imzalandı. Bu Misak-ı Millî iddiasının terki anlamına geliyordu ve devletin meşruiyet temeli olarak görülen “Lozan zaferi” iddiasını yerle bir ediyordu.
Şeyh Sait isyanı ve 1926’daki İzmir Suikasdi Musul meselesinin İngiltere lehine çözülmesinin doğuracağı tepkileri önleyecek bir zemin meydana getirmek için kullanıldı.
Tabii meseleye şöyle bakmalıyız: Türkiye’nin o dönem yöneticileri elbette Musul-Kerkük’ten vazgeçmek istemezlerdi. Önce geçici bir kabule mecbur kaldılar. Daha sonra da İngiliz emrivakisine boyun eğdiler. Ellerinde güç olsa idi veya kendilerinde güç vehmetselerdi, sonucun böyle olmaması için gerekeni yaparlardı. Demek ki, istemeye istemeye bu sonuca razı oldular. “Konjonktür böyle gerektiriyor” demek zorunda kaldılar. Ama kafalarının bir yerinde, bu konunun lehimize çözülmesini sağlayacak bir fırsat zuhurunu hep muhafaza ettiler.
Bunun Atatürk tarafından İnönü’ye bir vasiyet olarak iletildiğini, Bülent Ecevit öne sürmektedir.
Türkiye’yi Musul’dan mahrum eden İngiltere, 1930’lu yıllarda yükselen Almanya karşısında bunalan Fransa’dan Hatay bölgesinin ilhakına yeşil ışık yaktı. Bunun Musul-Kerkük hasretini ortadan kaldırmadığı şüphesizdir. Nitekim, 1950’lerin sonunda, Irak’ta darbe olduğunda Menderes’in bölgeye girmeyi düşündüğü söylenir.
Musul-Kerkük spekülatif bir mesele olarak hep zihinlerdeki yerini korudu. Amerika’nın Körfez harekatı sırasında Turgut Özal’ın böyle bir tasavvuru olduğunu, fakat cihet-i askeriyenin tepkisiyle karşılaştığını biliyoruz.
Ve işte yine “Musul meselesi…” Hangi sûrette olursa olsun, Türkiye’yi ilgilendiren bir konu. Bu sefer konsolosluk mensupları ve tır şoförlerinin de rehine veya esir olarak alıkonulduğu da hatırlanmalı. Ayrıca, bölgenin haritasını içeriden değiştiren, Türkmenlerin geleceği ile ilgili gelişmelere yol açan olaylar var… Buna rağmen Türkiye sadece ve sadece rehineler konusuyla ilgilenebiliyor.
1923’te Musul meselesini ertelerken, 1926’da İngiltere’ye geçmesini kabul ederken nasıl “konjonktür” denilmişse, şimdi de öyle mi söyleniyor acaba?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.