Veda makamında
Gazeteciliğe başladığım yıllarda gazetecilik tam tamına bir “kurtlar sofrası”ydı (ki, hâlâ da öyle)…
Babıâli’ye (o zaman gazeteler Cağaloğlu’daydı ve Babıâli demek gazeteler, gazetecilik demekti) çöreklenmiş zihniyet, kıblesi düzgün gazeteciliğe geçit vermiyordu…
Hatta Gazeteciler Cemiyeti’ne bile almıyorlardı. Gazeteciliğe “meşruiyet” kazandıran Sarı Basın Kartı alamamamız için de bin dereden su getiriyorlardı.
1971 yılının Temmuzunda başladım gazeteciliğe. Tecrübesiz, toy bir gazeteci adayıydım, ama tecrübesizliğimi çok çalışarak kapatacak, çok okuyarak kendimi geliştirecek ve Babıâli’nin yavaş yavaş beni kabullenmesini sağlayacaktım.
Babıâli’ye çöreklenmiş zihniyet her gün, her köşeden imanımıza ve tarihimize saldırır, iftiralarla, yalan haberlerle dini hareketi yaralamaya ve karalamaya çalışırdı.
O kadar ki, keçisi çalınan müftüyü, “Keçi çalan müftü” ilân ederlerdi. Masa başı haberler yapar, karısı, iki kızı ve annesiyle Bayezid Meydanından geçen sakallı bir zatı, “Dört karısıyla gezmeye çıkan bir tarikatçı” diye sunardı.
O günlerde en büyük hasretimiz, bütün bu iftiralara cevap verecek, yalanlarını suratlarına çarpacak kıblesi düzgün bir gazetenin çıkmasıydı.
Zamanla bu da oldu. Kıble eksenli gazeteler yayınlandı, radyolar, televizyonlar kuruldu. Medya dünyasında “bizimkiler” de söz sahibi oldular.
Fakat bir tuhaflık vardı: “Bizimkiler” de bize saldıranlarla aynı malzemeyi kullanıyorlardı. Bir tarafa dayanıyor, aynı tarafta olmayanlara veryansın ediyor, hiçbir insaf ölçüsüne sığmayacak biçimde vuruyordu.
Üstelik de gazetelerimiz ve televizyonlarımız, zaman zaman karşı tarafla ittifaklar kurup “din kardeşleri”ne saldırıyorlar, “kavgada yumruk sayılmaz” türünden bir “ehl-i dünya” ölçüsünü benimseyip birbirlerini can evinden vuruyorlardı.
Gencecik hayallerim yitmiş, üstüme müthiş bir hayal kırıklığı çöreklenmiş, umutlarım zedelenmişti… Öyle ya, biz Müslümandık! Müslümanın kavgası da “Müslümanca” olmalıydı. En azından “insaf” ölçüleri içinde kalmalıydı. Olmadı.
Nihayet küstüm ve 1991’de fiili gazeteciliği bıraktım. Sekiz buçuk sene başka işler yaptım. Derken, 28 Şubat sürecindeki canhıraş mücadelesini takdirle karşıladığım Akit (Vakit) gazetesinden yazma teklifi geldi.
Bu gazetede yazmaya başladığım tarihi tam olarak hatırlamıyorum, ama sanırım 15 yıl kadar oldu. Haberlerine ve köşe yazılarına zaman zaman katılmasam da (ki normali budur), “çorbada tuz” kabilinden yazmaya devam ettim.
Gazete yöneticileri hiçbir zaman hiçbir yazıma karışmadılar. Hiçbir müdahale olmadı. Bu demokratik tavrı şükranla kaydetmek isterim.
Bu gazete, yayın hayatına atıldığı günden beri pek çok hayırlı hizmetler yapmasına rağmen, 07.07.2014 tarihli nüshasında yayınladığı bir haber beni çok üzdü ve düşündürdü.
Haber Fethullah Gülen’le ilgiliydi ve pasaport formunda, annesinin “Refia” olan adını “Rabin” olarak beyan ettiği belirtiliyordu. Haberde annesinin “Ermeni” olduğu iması vardı ve zaten de böyle algılanmıştı.
Açıkça söylemeliyim ki, Fethullah Gülen’in annesinin Ermeni olduğunu ima etmek ve bu varsayım üzerine iddialar bina etmek, bana hiç de “insaflı” gelmiyor. Gülen’e kızabilirsiniz, suçlayabilirsiniz, ama rahmetli annesinin bunda ne suçu var?
Başbakan’ın annesine bu tür iftiralar atıldığında veya hakaret edildiğinde şiddetle tepki göstermiş, ahlâksızları yerden yere vurmuştum. Gülen’in annesine aynı muamele reva görüldüğünde susarsam, “dilsiz şeytan”a (hadis) dönmekten korkarım!
Velev ki öyle olsa: Varsayalım ki, annesi Ermeni, Rum, Musevi… Bu yüzden kişileri aşağılama hakkı doğar mı? Minnetle andığımız sahabelerin ya da Osmanlı padişahlarının anneleri de gayrimüslim olarak doğmuşlardı. Ermeni anneden doğmak ya da Ermeni olmak neden aşağılanma/suçlanma vesilesi olsun?
Bu “ırkçı” yaklaşımı kabullenemiyor, içime sindiremiyorum.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.