“Kalbin Zekatı Uzun Uzun Hüzünlenmektir”
Akılcı âlimlere karşı hüznün büyük müdafîlerindenKuşeyrî’ninRisâlesi’nden okuduklarım hayli sevindiriciydi:
Hüznü, ahiret yolculuğuna hazırlanmada tasavvufî hayat tarzı olarak savunan âlim Fudayl Bin İyaz vefat edince, vekilinin “bugün yeryüzünden hüzün gitti” dediğini okurken, bir müddet vecdden başım döndü. Kalpleri hüzünle dolu olanları kıvrandırıcı nasıl bir duygu bu?: “Bugün yeryüzünden hüzün gitti.”
Fudayl Bin İyaz’ın, “her şeyin zekatı vardır; kalbin zekatı ise uzun uzun hüzünlenmektir” sözünü yazıp dağıtacağım gamsız ve serin Müslümanlara.
Ebu Hüseyin Varak, bir dostuna “hüznün ne olduğunu” sorar. Dostunun verdiği cevap mâna bakımından kıldan ince kılıçtan keskindir: “Hazîn, hüznün ne olduğunu sormaya vakit bulamaz. Önce hüzünlü olmayı talep et, sonra hüznün ne olduğunu sor.”’
İlk mutasavvıflardan Seriyyu’uSakatî’nin kapısından hüznümü güçlendirerek ayrıldım. Onun kapısından “bütün insanların hüznü benim olsun isterim” sözünü alıp yüreğime, bir başka hüzün ehlinin kapısına vecdle yürüdüm.
“HÜZÜN BİR HÜKÜMDAR GİBİDİR”
Bişr-i Hâfî’nin hüznü târifi, hüznün aleyhinde olan akılcı âlimlere karşı bu fakiri âdeta şaha kaldırdı: “Hüzün bir hükümdar gibidir; otağını bir yere kurunca, başkalarının orada ikametine izin vermez.”
Hüznümü göklere çeken bu kararlı ve akılcı âlimlere karşı meydan okuyan sözü, Bişri bin Haris de değişik şekilde söylemiş: “Hüzün padişahtır. Bir yere yerleşince oraya, kendisine rakip olan hissin ve başka bir kimsenin yerleşmesine razı olmaz. İçinde hüzün olmayan kalp haraptır.”
Zünnûn-ı Mısrî’ye, Kur’an hamillerinin kim olduğu sorulunca şöyle cevap verir: “Onlar, üzerlerine hüzün bulutlarında yağmur yağanlardır. Üzerlerinde korku ve hüzün taşıyanlardır.”
“KUR’AN’IN HÜZNÜ ÂŞIKÂNE HÜZÜNDÜR, YETİMÂNE DEĞİLDİR”
Said Nursî Hz.lerinin Kur’ân’a istinat ederek “Âşıkânehüzün”den bahsetmesiyle daha da güçlendim. “Sözler”in “Lemeât” bölümünde, Batı’nın edebî türleri ve maksatlarının zararlarını anlatırken, kalbe vereceği hüznün mahiyeti noktasından da tenkid eder: “Avrupazadeedebse (edebiyat), fakd-ülahbabtan (Allah’ın yokluğu, bulunmaması), sahipsizlikten neş’et eden gamlı bir hüzün verir, ulvî hüzün veremez.”
Yâni “Avrupa edebiyat ve sanatlarından doğacak ilhamatın vereceği hüzn-ü gamdır” diyor Said Nursî Hz.leri: “Kur’an’ın edebi ise, öyle bir hüzün verir ki, âşıkane hüzündür, yetimâne değildir. Firak-ülahbabdan gelir ( Allah’tan uzak, gurbette kalmanın verdiği hüzün); fakd-ülahbabdan gelmez.”
Âlimlerin hüzne dair yazdıkları, gamsız ve serin bir Müslümanlıkla yetinmek istemeyenlerin gönlüne hüznü bir “diriliş” cemresi gibi düşüreceğinden eminim:
“Hüznün olmadığı bir kalp, daima dağınık ve harabedir. Zaten kalbi en mamur olanın hâli de kesintisiz hüzün ve sürekli tefekkür değil mi? Hüzne vazife şuuru, dâva düşüncesi ve mefkûre buudlu tasa da diyebiliriz. Hüzün, insanın insanlığı idrâkinden kaynaklanır ve mazhariyetin şuurunda olduğu sürece de onun basar ve basîretinde buğulanır durur. Aslında böyle bir hüzün dinamizmi, ferdin Cenâb-ı Hakk’a yönelmesi, hüzne esas teşkil edecek hususları her duyup hissettikçe O’na sığınması ve nâçâr kaldığı her yerde, çâre! çâre! çığlıklarıyla O’na dehâletetmesi...çok gereklidir. Tebliğ ve irşad, insanı hüzünle bütünleştirmektedir. Derecesine göre bütün büyüklerde hüzün müşterek bir vasıf gibidir. Zaten tebliğ ve irşad, istenen ölçüde tesir icra etmiyorsa dâva adamının bu gibi hâllerde hüzünle iki büklüm olması gayet tabiidir. Bu dâva adamında bu seviyede hüzün yoksa, o belli ölçüde eksik sayılır. Hüznü kaybeden çok şey kaybetmiş, onu bulan çok şey bulmuş sayılır.”
“HÜZÜN MAKBUL BİR DUADIR”
Bu ifadelerin devamı hüzünden muradımı daha da pekiştiriyor: “Hüzün, her zaman kalbin samimiyet yanlarında göğerir ve insanı Allah’a yaklaştıran davranışlar arasında hüzün kadar fahre(öğünmeye), riyâya, süma’ya kapalı bir başka davranış yoktur. Hüzün de dimağ ve vicdanın zekâtıdır ve bu iki duygunun sağlaşmasında, saflaştıktan sonra da dupduru kalmasında hüznün tesiri çok büyüktür. Hüzün vardır, ibadetteki eksiklik endişesinden kaynaklanır ve bu avam hüznüdür. Hüzün vardır, kalbin mâsivâya muhabbetinden ve duyguların teveccühteki teklemelerinden kaynaklanır; bu da havâs hüznüdür. Hüzün de vardır ki, mahzunun bir ayağı nâsût (beşeriyet) âleminde, diğer ayağı da lâhût âleminde, kalbin kadirşinaslığı ile her iki âleme karşı denge ve temkin gözetir ve her an dengeyi ‘bozdum veya bozacağım’ endişesiyle ürperir ve sürekli hüzünle inler ki, bu da asfiyânın (mübarekler) hüznüdür.”
Hüzne muhalefet eden zâhirci pür-neşe ve dünya nimettir diyen Müslümanlar önce ulvî hüzünle tâlim etmeleri gerek: “Hüzün ve ızdırap en makbul dualardan daha makbul bir duadır. (...) Hz. İbrahim âdeta, hüzne göre programlanmıştı. Nemrutlarla yaka paça olma hüznü, ateş koridorlarında dolaşma hüznü, eşini ve çocuğunu ıpıssız bir vadiye bırakma hüznü, çocuğunu boğazlamaya memur edilme hüznü ve daha bir sürü melekût buudlu, akılla çatışmalı hüzün silsilesi...”
Tarihten bugüne hüzünkârlarsufilerden çıkar ki, “aynı dertten dertleneni bul” diyen ehl-i irfanın sözüne uyarak, sufîlere hep kulak veririm. Onlara göre, “ahiretle ilgili hüzün iyi ve güzel, dünya ile ilgili hüzün kötü ve çirkindir.”
Sufilerden birine sorulmuş: “Kişinin hüzünlü oluşuna ne ile istidlâl edilir. ‘İnlemesinin çok oluşu ile...” Namazda, zikirde, duada, “hâl” üzere dinlenilen bir türkü, bir ilâhi çalınırken, bir şiir okunurken inleyebiliyor musunuz?
Âcizâne yaşadığım bu cezbe hâlindeki “inlemedir” ki hüzünle ahbaplığım da bu sebeptendir
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.