Türbecilik-Yatırcılık
Din bilgini değilim, ama türbelerden şefaat dilemenin, ölüden yardım ummanın, bu ve benzeri amaçlar için mum yakmanın, çaput bağlamanın, sandukanın önünde yere kapanmanın, “yatır”mezarından toprak almanın, mezar taşını dişleyip dilek dilemenin ya da diş ağrısından kurtulacağına inanmanın, “yatır”ın mezarının başında şeker, sirke, simit vesaire dağıtmanın; kısacası ölülerden medet ummanın İslâmla ilgisinin bulunmadığını ve tarih boyunca bunlarla mücadele edildiğini biliyorum...
Hatta bu yaklaşımlar İslâmda “günah” sayılıyor (Şirk sayan yorumlar bile var)...
Diyanet İşleri Başkanlığı, her ramazanda, türbelerden, yatırlardan “şefaat”, “şifa”, “kısmet”, “bebek”, “ev, “araba” istenmeyeceği yolunda hutbeler okutuyor, yayınlar yapıyor
Ne var ki, özellikle ramazanlarda türbelere hücum edilmesi engellenemiyor.
Üstelik de bu akla ziyan hareketleri kutsallaştırıp “dindarlık”larıyla açıklıyorlar. Aslında ise dinimizi kirletiyorlar. Çünkü dinimiz bunları onaylamıyor, tam tersine yasaklıyor.
Dinimizde şifa makamı türbeler değil, sadece Allah’tır. Buna doktorlar, ilâçlar araçtır... Kaderi yazan kalem Onun kalemi, hüküm Onun hükmüdür.
Allah’ın Kudret kalemiyle yazdığını hiçbir evliya, hiçbir yatır değiştiremedikten başka, peygamberler dahi değiştiremez.
Bu mümkün olabilseydi Hz. Nuh karısının ve oğlunun isyanını kırar, (iman etmediler, Hz. Nuh’un gemisine binmediler, müşriklerle birlikte sulara kapılıp helak oldular) Hz. Alişan Efendimiz çok yardımını gördüğü amcasını ölmeden önce Müslüman yapardı.
Düşünün ki, Allah’ın, peygamberlerine bile vermediği hakkı hangi ölü evliya kullanabilir de,“hidayet”, yahut “şefaat” dağıtabilir?
Müslümanın en güçlü silahı şükür içinde sabır ve duadır: Müslüman, her türlü musibet karşısında Allah’a sığınıp sabırla dua eder...
Ve sadece Allah’tan ister.
Hem zaten ölülerden medet umma adetinin kökeni İslâm öncesindedir. Eski Türkler ruhlara ve mezarlara karşı büyük bir saygı beslerler, ölüleri kutsarlar, onlardan yardım filan isterlerdi...
Ölüleri kızdırmamak için de sık sık mezarları başında hayvan keserlerdi.
Mezarlara çaput bağlamak her şeyini onlarla paylaşmak gibi bir anlam içerirdi. Toprak almak birlikteliğin sürdüğü mânâsına gelirdi. Böylece kötü ruhların saldırısından kurtulacaklarına inanırlardı (Thomsen, Inscriptions de l’Orkhon dechiffrees, Helsingfors 1896, s.60).
Bu yanlış itikatlar Türkler Müslüman olduktan sonra da bir şekilde devam etti. Özellikle din kültürü “görsel” ve “duyumsal” olan (kitabî olmayan diyelim) kişilerde bu tarz hurafeler “din”zannedildi ve “dindarane bir taassup” (aslında dinde taassup da yoktur) içinde uygulana geldi.
Oysa Osmanlılar da bu anlayışla çok mücadele etmişlerdi.
Meselâ Şeyh-ül İslâm Abdurrahim Efendi’ye sorulmuş:
“Zeydin (kişinin) bir haceti (ihtiyacı) oldukta ervah-ı meşayihten (ölmüş şeyhlerden, evliyalardan) istimdat edüb (yardım isteyip) celb-i nef’e (iyilik etmeye) ve def-i zarara kadirlerdir (kötülükleri uzaklaştırma güçleri var) ve umur-i ibadda mutasarrıftırlar (dünya işlerini tanzime yetkilidirler) ve gaibe dahi alimlerdir (geleceği bilmektedirler) diye, bu itikad üzere olsa zeyde ne lâzım gelur?”
Cevabı şöyle olmuş:
“Tecdid-i iman ve nikâh lâzım gelur. (İmanını ve nikâhını yenilemesi gerekir)” [Fetava’yı Abdurramin, İstanbul, 1243, c.1, s.96]
Hanefi fıkhına göre verilen bu fetva bugün için de geçerlidir, bağlayıcıdır ve başka şeyhülislâmların bu konuda daha şiddetli fetvaları bile vardır.
Ne var ki, o gün bugündür bu yanlışlık düzeltilememiş, zaman zaman cezalandırma yoluna gidilmesi bile fayda etmemiştir.
Derler ya: İnsan alışkanlıklarının esiridir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.