Tecebbür’e gerek yok, diplomasi var ya!
Akılları başka türlü çalışmıyor. Çünkü adalete ve merhamete hiç yer yok hayatlarında. Tek bildikleri şey silahla, güçle, zorbalıkla sorunların çözülebileceği saplantısıyla hareket etmek. Zaten koskoca bir ülkenin yakın tarihi de iktidar sınıfları tarafından silah zoruyla hizaya çekilen milyonların hikâyesinden ibaret değil mi?
Esed/Baas Rejimi tarafından katledilen on binlerce insanı görmezden gelenler, Maliki’nin başı çektiği Şii despotizmine kulak tıkayanlar IŞİD tehdidine karşı şimdi küresel bir seferberlik peşindeler. İsrail’in vahşi işgal ve katliamlarını ‘kendini savunma hakkı’ olarak bakan Batılı ülkelerle bölgedeki Suriye, Irak, Mısır gibi despotik rejimler ve onlara kol kanat geren İran ve Suudi Arabistan gibi devletler de NATO’nun ‘Çekirdek Koalisyon’unda rol almak için pek bir hevesliler. NATO havadan, onlar karadan vurmak üzere plan üstüne planlar yapıyor.
Tanksız Topsuz Harekât
Musul’da IŞİD tarafından rehin alınan 49 Konsolosluk çalışanı 101 gün sonra sağ salim serbest kaldığında acaba hangi tez çökmüş oldu? AK Parti hükümetini Türkiye’yi Orta Doğu bataklığına sürüklemekle, Suriye ve Irak’ta çatışmaları körüklemekle ve Mısır, Tunus ve Libya’da kaos çıkarmakla suçlamak için ipe sapa gelmez komplo teorileri yazanlar şimdi ne durumda?
Kısaca ‘IŞİD mahcup etti’ onları. Rehinelerin kafalarını kesmedi, kurşuna dizme görüntülerini servis etmedi, tecavüz ve işkence söylentileri için zemin hazırlamadı ya işte bu sebeple Erdoğan-Davutoğlu ikilisi yine prim yapmış oldu. Usulünce hayata geçirilen bir “Tanksız Topsuz Harekât” yüze göze bulaştırılan rehine krizi beklentilerini açık bir şekilde ofsayta düşürdü. Bu sebeple statükocu çevrelerin Erdoğan-Davutoğlu politikalarını itibarsızlaştırmak için kimin hazırladığını, kimlerin nemalandığını hiç önemsemeksizin yeni ve daha güçlü bir kriz için duaya çıkmaktan başka çareleri yok.
Irak ve Suriye’de kan dökmenin, can almanın sıradanlaştığı bir vasatta 49 rehinenin kazasız belasız kurtarılmış olmasına da takılacak onlarca kulp bulabiliyorlar. Dış politika iflas etti, yalnızlık ve düşman kazanma trendi kronikleşti ama bu cahiller güruhu farkında değil gibi klişeleri süsleyip süsleyip tekrar ediyorlar.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın BM Genel Kurul toplantısına katılmak üzere yola çıkarken havaalanında yaptığı değerlendirme konuşmasında sarf ettiği şu nitelemenin üzerinde dikkatle durmak gerek: “Bu operasyon bölgede Türkiye’nin dikkate alınmasını gerektiren bir hareket olmuştur.”
Yine Erdoğan’ın ‘devlet terörü’nün ‘operasyon’ mahlasıyla meşru ve mecburi bir istikamet olduğu yönündeki propagandalara cevap mahiyeti taşıyan şu cümleleri de atlanabilecek, küçümsenebilecek bir şey olmasa gerek: “Operasyon denilince akla sadece uçakların vurması, tank, top, silah gibi unsurların olması anlamına gelmez. Operasyonların siyasi, diplomatik operasyon çeşidi de bulunur. Şu andaki uygulama da siyasi, operasyon çeşidine yöneliktir.” Türkiye açıkça Esed, İran, Hizbullah, Sisi, ABD veya İsrail gibi ‘tecebbür’de , ‘diplomasi’de ısrar etmenin nimetiyle karşı karşıyadır. Yani ne cebren ne de hile ile.
Ensar, Lejyoner Toplayıcılara Karşı
Musul Konsolosluğu’nun basılması ve 49 çalışanın rehin alınması karşısında Türkiye’den ne bekleniyordu? Tıpkı General Kasım Süleymani ve Kudüs Ordusu savaşçıları gibi Hakan Fidan’ın Özel Harekât Birlikleri’yle Irak ve Suriye’de sahada savaşa mı girişmesi mi bekleniyordu? Ya da Kuzey Irak’ta Kürdistan Özerk Yönetimi’ni, Bağdat’ta İran destekli mezhepçi despotizmi ayakta tutmak için ABD ordusu gibi istihbarat ve özel timler mi göndermeliydi Türkiye?
Bakın bölgeye, ne ABD ve müttefikleri ne de İran-Rusya bloğu döktükleri kan denizinden çıkıp kurtulabiliyor. Döktükleri kan artıkça, bölgeye sevk ettikleri askeri-istihbari unsurlar çoğaldıkça çürüyüp kokuşuyorlar. Daha önemlisi hakir ve zelil bir biçimde işbirlikçilerini de yanlarına alıp kaçmaları için geri sayımın ritmi artmaktadır.
Tam bu sırada CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu, Meclis Başkanlığı’na bir soru önergesi verdi. Baştan aşağıya tutarsızlıklar ve sinsice tuzaklar içeren önergenin bir yerinde Tanrıkulu şöyle bir soru sormakta Başbakan Davutoğlu’na: “Rehineler serbest kaldığına göre Türkiye’nin IŞİD’e karşı politikası değişecek midir? Uluslararası koalisyonda Türkiye yer alacak mıdır? Almayacaksa, gerekçesi nedir?”
Tanrıkulu enteresandır sanki Diyarbakır Barosu’nun eski başkanı değil de NATO Genel Sekreteri gibi konuşuyor. Öyle ki; alenen hem de hiç utanmaksızın Türkiye’yi bölge halkına karşı NATO safında kirli bir savaşa, vahşi bir işgale davet etmekte ısrar ediyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan “binlerce insanı Ensar mantığıyla misafir edebilmenin” siyasetini inşa ediyor. Fakat Tanrıkulu gibi Türk-Kürt Kemalistler ülke gençliğini NATO’ya lejyoner yazmanın fırsatını kolluyorlar. İşte bu kadar derin bir farktan ve giderilmesi imkânsız bir çelişkiden bahsediyoruz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.