Fidanlar ve idamlar
İdam cezası kalkana kadar, bu ülkede, kimi haklı kimi haksız, pek çok insan asıldı. İstiklâl Mahkemeleri’nin astığı insan sayısı ise hâlâ tam olarak belirlenememiştir. Ancak Cumhuriyet döneminin meşhur celladı Kara Ali (Nedendir bilinmez, Menderes’i asan cellat dahil, bildiğim tüm cellatların adı “Kara Ali”dir) 3 Mart 1931 tarihli Son Posta Gazetesi’ne verdiği röportajda, “12 yıl içinde 5 bin 216 kişiyi sallandırdırdığı”nı iftiharla belirtmiştir. İbret ve dehşet!
-
Görebildiğim kadarıyla bazıları idamlar konusunda bile ayırımcılık yapıyor. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamları söz konusu olduğunda “ah vah” edenler, defalarca seçim kazanmış siyasetçilerin siyasi kararları sebebiyle idamlarına vesile olan askeri darbeyi yüceltmekle hiç beis görmüyorlar. Ayrıca da, “Şartlar tamam olunca ihtilal meşru olur” hezeyanını savurup gidiyorlar. Aynı yaşlarda asılan ülkücüleri ise nefretle hatırlıyorlar. Bu bir tarafa, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın suçsuzluğuna inanmamızı istiyorlar.
O dönemi yaşamış biri olarak bunu kabul etmem mümkün değil.
6 Mayıs 1972'de, Ankara Cebeci Sivil Kapalı Cezaevi'nde idam edilen Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan, ülke çapında terör estiren, banka soyan, banka soymayı değil kurmayı suç sayan, devletin güvenlik kuvvetlerine kurşun sıkan (kurşunların isabet etmemesi ayrı bir konudur), Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun (THKO) kurucu ve yöneticileridir.
Bu örgütün militanları defalarca banka soymuş, polisle, askerle defalarca çatışmış, silahlı dağ kadroları oluşturmuş, üniversiteleri işgal ve tahrip etmiş, kısacası silah zoruyla anayasal düzeni değiştirmeye çalışmıştır. Yani suçludurlar. Yine de idam cezası verilmemeliydi. Bu ne kadar yanlışsa, onları mazlum ve mağdur göstermek de o kadar yanlıştır.
Bu çocuklar, halkın ve işçinin yanlarında yer alacağına dahi inandırılmışlardı. Bazıları bugün siyasi parti, gazete, televizyon yöneticiliği yapan ağabeyleri tarafından sözün tam manasıyla kandırılmışlardı.
Asıl onların yargılanması gerekirdi, ne var ki böyle bir hukuk yoktur.
Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan ve diğerleri çok genç ve toydular. Çoğu samimi ve dürüst gençlerdi. Gençlik heyecanları ve tecrübesizlikleri kullanıldı. Sırtlarına birilerinin bastığını, üzerlerinden iktidar hesapları yapıldığını, komünist darbeler planlandığını, kısacası acımasızca kullanıldıklarını hiçbir zaman fark edemediler.
İnanırlarsa kazanacaklarını zannettiler. Halkın kıblesini, yürek pusulasını hesaba katmadılar. Çünkü beyinleri fena halde yıkanmış, çok kötü biçimde kandırılmışlardı. Bildik bazı isimler onların hayatları üstüne kumar oynadı. Hayatlarını kaybettiler. İşin en dramatik, en acınası boyutu ise sehpaya giden gençlerin dini telkin kabul etmemeleriydi. Çünkü herhangi bir dine değil, sadece Marksizm-Leninizm’e inandırılmışlardı. Son sözleri de buna paralel oldu.
Deniz Gezmiş: “Yaşasın tam bağımsız Türkiye! Yaşasın Marksizm-Leninizm! Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği!.. Yaşasın işçiler, köylüler. Kahrolsun emperyalizm!” diyerek öldü.
Yusuf Aslan: “Ben ülkemin bağımsızlığı ve halkımın mutluluğu için şerefimle bir defa ölüyorum. Sizler, bizi asanlar şerefsizliğinizle her gün öleceksiniz. Biz halkımızın hizmetindeyiz. Sizler Amerika’nın hizmetindesiniz. Yaşasın devrimciler. Kahrolsun faşizm!” diye bağırarak öldü.
Hüseyin İnan ise, “Ben şahsi hiçbir çıkar gözetmeden halkımın mutluluğu ve bağımsızlığı için savaştım. Bu bayrağı (Marksizm-Leninizm bayrağını) bu ana kadar şerefle taşıdım. Bundan sonra bu bayrağı Türk halkına emanet ediyorum” derken, “sosyalist devrim”in gerçekleşeceğine kuşkusuz hâlâ inanıyordu. Bayrağı devrettiği halkın yüzde elliye yakının AKP’ye oy vereceğini elbette bilemezdi. Çünkü halkı okuyamayacak kadar toydu. Son cümlesi: “Yaşasın işçiler, köylüler ve yaşasın devrimciler. Kahrolsun faşizm!” oldu. Boşu boşuna öldüler.
Bir de “ötekiler” vardı: Ülkücü gençler. Onların hikâyesini İrfan Sönmez’in Vakit’teki yazısında okuyunca sarsıldım.
“Bugün” diye başlıyor yazı, “Selçuk Duracık ile Halil Esendağ’ın idam edilmelerinin 25. yıldönümü…”
Ve idamı kesinleşen gencecik cezaevi arkadaşlarını anlatmayı şöyle sürdürüyor:
“Halil her zaman olduğu gibi metindi, hiç ceza almamış gibi ölümle dalga geçiyordu: “Bize devletin verdiği kefenlerle asılmak istemiyoruz. Onlar torba gibiymiş. Bize kollarımız dışarıda kalacak şekilde, rahat can çekişeceğimiz iki kefen yaptırın” dedi.
Konuşa konuşa mahkemeye geldik. Ellerimiz birbirine bağlı olduğu için yan yana sandalyelere oturduk. “Nasıl sehpaya gitmeyi düşünüyorsun” dedim, “Slogan atacak mısın?”
“Hayır” dedi, “Slogan atmayacağım, Allah’a giderken slogan atılmaz. Ama namazımı kılacak, duamı yapacak, tekbir getire, getire gidip sehpaya çıkacağım. Kelime-i şahadet getirdikten sonra sehpaya tekmeyi kendim vuracağım ama, intihar olur mu diye tereddüt ettiğimden bu işi cellâda bırakacağım.”
“Peki nasıl bir gecede asılmak istersin?” dedim.
“Yağmurun hafif çiselediği bir gecede asılmak isterim” dedi.
“Asıldığı gece yağmur çiseliyordu.”
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.