“Çay bardakta dîde-efrûz olmalı”
Eskiden, kıbleye dönük evlerden oluşan “mahalle”lerde “Kıble Yürekli insanlar” yaşardı.
Çünkü mahalleler camilerin çevresinde oluşurdu...
“Külliye”, yani “yaşam merkezi” (bu tanımlama şimdi AVM’ler için kullanılıyor) olarak inşa edilen caminin çevresinde ise “Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz” emri istikametinde gelişen hayatın vazgeçilmezleri olarak mektep-medrese; “temizlik imandan gelir” anlayışının ürünü olarak hamam; “infak” (yardımlaşma) ahlâkının yansıması olarak imaret, hastane ve misafirhâne, v.s. (sosyal tesisler) yer alırdı.
Bu tesislerin etrafında bedesten, bakkal, manav, kavaf (ayakkabıcı), terzi, manifaturacı, aktar, züccaciye, bakırcı, kahvehane, v.s. bulunurdu…
Yakın mahallelerde oturanlar aynı camide namaz kılar, aynı dükkânlardan alışveriş eder, aynı berbere traş olur, aynı terziye elbise, aynı kavafa ayakkabı ısmarlar, bu yüzden sık sık görüşür, aralarında akrabalık ilişkisi kurarlardı.
Bu bağlamda “mahalleli” birbirini gözetir, sever ve sayardı.
Merkezinde “Beytullah” olan mahallelerde oturanların hem yüreğinde, hem de gündeminde “Allah” olurdu.
Yaşanan mekânın (evlerin) mimarisi insanla doğrudan ilişkiliydi: Maksat mekânı kutsamak değil, insanın kudsiyetinden mekânı hissedar etmekti.
Mahalle esnafı sadece “esnaf” değildi: Aynı zamanda “eşraf” (sözü dinlenenler, önder kişiler) ve “ekâbir”di (görgü ve faziletçe büyük). Mahallenin ahlâkı, disiplini, düzeni, güveni, huzuru onlardan sorulurdu (şimdi aynı işi MOBESE kameraları aracılığıyla yapmaya çalışıyoruz, lakin yetmiyor). Hemen herkesi yakından tanırlar, komşularının sorunlarıyla ilgilenirler, kimin oğlu/kızı evlenecek, kimin oğlu sünnet olacak, kim askere gidecek, kim askerden dönecek, kimin hastası var, kimin gelini hamile, kimin işleri kötü gidiyor bilir, her anlamda yardımcı olmaya çalışırlardı…
Mahalle esnafı, “besmele” ile dükkânlarını kapattıktan sonra, “mahalle kahvesi”ne uğrar, gün içinde mahallede olup bitenleri konuşur, her olumsuzluğu tartışır, tedbirler düşünür, ertesi gün yine “besmele” ile dükkânlarını açmak üzere vedalaşıp evlerine giderdi.
Kahvehanelerde çay ve kahve eşliğinde yapılan sohbetler doyumsuzdu: Eşraf masanın etrafında halka olur, gençler dış halkayı oluşturur, konuşulanlardan “feyiz” (kültürel gelişmeyi de kapsayan manevi haz, mutluluk, iç huzuru) almaya çalışırlardı.
Kahvehane, Yirminci Yüzyıl ortalarına kadar “olgunlaşma merkezleri” gibiydi. Mahallede oturan edebiyatçılar, düşünürler, bilim adamları da kahvehaneye gider, fikir ve düşüncelerini paylaşırlardı.
Gençler de bu sohbetlerden hissedar olurdu: Ufukları genişler, olgunlaşırlardı.
İstanbul’un meşhur kahvehaneleri (kıraathane) Beyoğlu, Bayezid, Şehzadebaşı ve Babıâli’deydi. Küllük (Bayezid’de), İkbal (Nuruosmaniye’de) ve Meserret (Babıâli’de) gibi kıraathanelere ben de yetiştim.
Ahmet Hamdi Tanpınar, Rıfat Ilgaz, Abidin Dino, Peyami Safa, Neyzen Tevfik, İlhan Berk, Orhan Veli, Cahit Sıtkı, Reşat Nuri, Abdülbaki Gölpınarlı, Necip Fazıl, Tarık Buğra, Faruk Nafiz ve Ahmet Kabaklı gibi dönemin tanınmış isimleri, şair ve yazarları sık sık buraya gelip sohbet ederler (sadece bazılarına yetiştim), edebiyatın yanı sıra ülke meselelerini de tartışırlardı (eskiden cami sohbethanelerinde yapılan sohbetlerin yerini, benim gençlik yıllarımda kahve sohbetleri almıştı).
Bu sohbetlerin vazgeçilmezi çay ve kahve idi. Bazen kahveye, bazen çaya övgüler düzer, “Ehl-i keyfin keyfini ne tazeler?/ Taze elden, taze pişmiş, taze kahve tazeler”, veya “Çay bardakta dîde-efrûz olmalı/ Lebrîz ü lebreng ü lebsûz olmalı” (buna “çay içmenin şerait-i selasesi”, yani üç şartı denir) diye şakalaşırlardı (bunu onlardan değil, sevgili dostum, ayaklı kütüphane Dursun Gürlek’ten duydum).
Yani çay, tortusuz gözyaşı berraklığında, dudak renginde, dudak sıcaklığında olmalı…
Buna bir de “leb-sâz olmalı” diye ekleme yaparak şartları dörde çıkaranlar vardı ki, “leb-sâz”, “ağızda hafif buruk bir tat” anlamına gelir.
Kısacası eskilerimiz, hayatın tadına vara vara yaşarlardı.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.