Biz Müslümanlar Yakın Tarihte Çok Korktuk, Çok Sıkıntılar ve Çileler Çek
BEYAZ Türkler son aylarda samimî veya gayr-i samimî bir korkular ve endişeler deryasına battılar. Korkuyorlar, çok endişe ediyorlar... Türkiye İslâmlaşıyor... Laiklik elden gidiyor... Kadın ve kızlar başörtüsü takmaya yöneliyor... Din güçleniyor... Misyonerler tehdit ediliyor... Daha ne korkular, ne endişeler...
Bu korkuların bir kısmı samimî ve yürekten olabilir. Korkunun samimî olması, doğru ve isabetli olmasını gerektirmez. İnsan, gerçekten, samimî bir şekilde korkar, fakat bu korkusu yersiz ve kuruntu olabilir. Samimî korkanlar, sağlam gerekçelerle bu korkularını isbatla yükümlüdür. Niçin korkuyor? Korkmakta haklı mıdır?
Korkuyorum, o halde korkularım haklıdır ve doğrudur... Böyle bir muhakeme tarzı temelsizdir.
Bir de, samimî olmayarak, yalancıktan, rol yaparak, parayla tutulmuş ağlayıcı karılar gibi korkanlar vardır. Böyleleri ahlâksızdır, münafıktır.
Fazıl Say adında bir müzisyen Türkiye’nin İslâm’a kaymasından dolayı çok korktuğunu ve ülkeyi terk etmeyi düşündüğünü patetik ve gürültülü bir üslupla açıkladı ve hayli alkış ve protesto topladı.
Türkiye’nin İslâm’a kaymasını istemeyebilir, sevmeyebilir ama korkması bence yersizdir. Ona ilişen yok, kendisini rahatsız eden yok. Durup dururken niçin korkuyor?
Silik bir romancı olan Orhan Pamuk bir İsviçre gazetesine Türkiye aleyhinde beyanat verdi ve bir anda meşhur oldu. Bu şöhret ona büyük bir itibar ve servet kazandırdı. Adeta piyangonun büyük ikramiyesi vurdu kendisine. Acaba Fazıl Say, Orhan Pamuk’un izinden mi gidiyor?..
Fazıl Say’a vatandaşlar o kadar fazla protesto mesajı göndermişler ki, e-mail sitesini kapatmak zorunda kalmış. Yersiz, şişirme, hesaplı kitaplı korkuların faturası böyle olur. Bumerang gibi döner kendi başına vurur.
Bu ülkenin çoğunluğunu ve dominant unsurunu teşkil eden biz Müslümanlar uzun bir zamandan beri kendi öz vatanımızda korku içinde yaşıyoruz. Bir ara din hocalarımız, tarikat şeyhlerimiz, aydınlarımız, seçkinlerimiz İstiklal Mahkemeleri kararlarıyla idam edildi. Nicesi zindanlarda çürüdü...
üç beş Müslüman bir araya gelip dinî kitaplar okuyamadı, sohbet edemedi.
Tamamen dinî, imanî, vicdanî bir iş olan zikrullah yapmak ağır suç sayıldı. Yakalananlar kelepçelenip zincirlendi, hapse tıkıldı. Ağır ceza mahkemelerinde muhakeme edildi.
En ufak bir hakaret ve şiddet içermeyen fikir, görüş, tenkit ve yazılardan dolayı nice Müslüman gazeteci, yazar, aydına cani muamelesi yapıldı.
Ulemadan İskilipli Atıf efendinin, Şapka Kanunu’ndan önce yayınlamış olduğu “Şapka Meselesi ve Frenk Mukallitliği” adlı kitabından dolayı idam edildiğini unutmadık.
Bediüzzaman Said Nursî, 1925’ten 1960’taki vefatına kadar sürgünde yaşadı, sürüm sürüm süründürüldü.
Siyasetle hiç ilgisi olmayan Nakşibendî şeyhi Abdülhakim Arvasî, Ankara’nın Bağlum köyünde sürgün iken öldü. Suçu neydi? Suçu muçu yoktu ama Beyazlar öyle istemişlerdi.
Doksan yaşındaki Şeyh Esad Erbilî Efendi, Erenköyü’ndeki evinden alındı, ve Menemen’e sürüklendi. Orada hastahanede şehid edildi.
Bu memlekette uzun yıllar boyunca din kitabı okumak, din kitabı bulundurmak, dini sohbet veya zikrullah yapmak suç olarak kabul edildi.
Nurcular, mahkemeler tarafından bin kere beraat ettirildi, bu kararlar kaziye-i muhkeme (kesin hüküm) haline geldi, lakin 1001’inci defa yine tutuklandılar.
Bendeniz o kadar çok fazla zulme uğramadım. İpten kazıktan kurtuldum, işte yine yazılarımı kaleme alıyorum. Kaç kere evim ve yazıhanem arandı, kitaplarım ve evrakım çuvallara doldurulup müsadere edildi (el konuldu). Düşünebiliyor musunuz, bir sabah kolluk kuvvetleri eve geliyorlar. Komşular pencerelerden bakıyor, onlar içeriye giriyor ve din kitaplarını, kağıtları toplayıp, çuvallayıp götürüyorlar. Sadece onları değil sizi de!
Balmumcu’daki eski av köşkü bir ara sıkıyönetim hapishanesi olarak kullanılıyordu. Bir gün beni yakaladılar, oraya attılar. Kıştı, hava çok soğuktu. Bando bölüğü odasına konulmuştum. Bir demir karyolada pis bir yatak ve battaniye vardı. Soğuktan donmamak için paltomla birlikte yattım. Sabah namazı vakti geldi, kapıya vurdum, süngülü bir nöbetçi açtı, abdest almaya öyle gittim.
Şiddet ve hakaret içermeyen yazılarım dolayısıyla Sağmalcılar cezaevine atılışım... Karantinada geçirdiğim hafakanlarla dolu üç gün... Sonra yukarıda 6’ncı koğuşa çıkışım... Bir ay sonra, sabah erkenden uyandırdılar, ceplerimi boşalttılar, bileklerimi sıkıca zincirlediler, zincire bir kilit taktılar. Anahtarını mühürlü bir zarfa koydular ve mahkum arabasına bindirdiler. Yirmi beş kişiydik, hepimizi tek bir sevk zincirine vurdular. önde ve arkada eskort arabaları olduğu halde çılgın bir süratle yola çıktık. Susasan su yok, miden kazınsa bir lokma ekmek yok, hastalansan ilaç yok, sıkışsan ihtiyacını görme imkanı yok... Gerede cezaevine geldiğimizde zincirlerden bileklerime kan oturmuştu.
Evimiz basıldığı zaman aksaçlı çilekeş zavallı ihtiyar annem ne kadar üzülmüş, kolluk mensuplarına “Bizim ne suçumuz var!” diye bağırmıştı.
Elli senedir yazarlık yapıyorum ve bu müddetin büyük kısmını korkular, endişeler içinde geçirdim.
1960’lı yılların ilk yarısındaydı. Yılını tam hatırlamıyorum. Talat Aydemir darbe yapmaya kalktı, ortalık çok gergin. O gün merhum üstad Necip Fazıl ile birlikte evlerimize gitmemeye karar verdik. Cağaloğlu Yayınevinin sahibi dostumuz İhsan Babalı’nın (o da rahmetli oldu) Sultanahmet hapishanesi civarındaki Dalbastı sokağındaki evine gittik. Sabaha kadar endişe ve korku içinde sohbet ettik.
1961’de miydi, 62’de mi, haftalık yeni İstiklal gazetesinde ‘’Zulümlerin en Şenii ve Alçakçası Kanunların Gölgesinde Yapılandır”’ başlıklı bir başmakale yazmıştım. Polisler geldiler, beni yakalayıp Sultanahmet Adliyesine götürdüler, savcı tutuklanmamı istedi. Mahkeme bu isteği kabul etmedi, savcı bir üst mahkemede bu karara itiraz etti. üst mahkeme vicahi değil, gıyabî karar veriyordu, beni tutukladılar, ellerimi bir hırsızla birlikte kelepçelediler ve yürüyerek yakındaki hapishaneye götürdüler. Hiç unutmam, parkta annesinin yanında oynayan küçük bir kız fal taşı gibi açılmış gözleriyle bana korkarak bakmıştı.
1968 yılında bir yazımdan dolayı almış olduğum hapis cezası Yargıtay tarafından tasdik edildi ve yurtdışına çıkmak zorunda kaldım. Altı seneye yakın bir zaman gurbette yaşadım, sıkıntılar, çileler çektim. Ben yurtdışında iken Şalcı Nihat Erim iktidarı iki günlük gazetemi süresiz kapatarak müesseselerimi iflas ettirdi.
İstanbul üniversitesi Anayasa Hukuku Kürsüsü Başkanı Ord. Prof. Dr. Ali Fuad Başgil, 1960’ların başlarında tutuklanmış, önce Harbiye binasının yer altındaki bir hücresine konulmuş, oradan Balmumcu cezaevine nakl edilmişti. Bir kaç arkadaş ziyarete gitmiştik. Koskoca bir Anayasa profesörü, nice hakim ve savcının hocası olmuş, yaşlı bir üstad âdi suçlular ile birlikteydi. Suçu neydi? Düşünmekti. Müslümanların temel insan hak ve hürriyetlerini savunmaktı. Kendisine bir kutu lokum götürmüştük. Kutuyu açmışlar, lokumlara iğne batırmışlardı. Ne arıyorlardı acaba?
İtildik, kakıldık, süründürüldük... Korkutulduk... Rahat ve huzur görmedik... Hakarete uğradık... Bize düşman muamelesi yapıldı... Tehdit ve tehlike olduk. Kimler için? Onlar için...
Şimdi kalkmışlar, bir elleri yağda, bir elleri balda olduğu halde “Korkuyoruz, çok endişe ediyoruz...” diye yaygara kopartıyorlar.
Acaba neden korkuyorlar? Rantları ellerinden gidecek diye mi?... Bu ülkedeki hegemonyaları, hakimiyet, emperyalizm ve saltanatları son bulacak diye mi?...
öyleyse korkabilirler.
Başka bir şeyden korkmasınlar.
çok sayın Fazıl Say, sanırım umduğunu bulamayacaktır, çünkü Nobel ödülleri listesinde çalgıcılar için ödül yoktur...