Paris yürüyüşünde Netenyahu! Yahut, neden yahu?
İnsanlığın vicdanını kanatan bir hadiseden sonra yaraları sağaltmak ve tepkileri görünürleştirerek normalleşme sağlamak maksadıyla tasarlandığını düşündüğümüz bir yürüyüş düzenlendi Paris’te.
Katılım kalabalıktı, tepki sahiciydi. Bütün dünya katılmadıysa bile televizyonlardan seyretti ve bir nebze olsun ferahladı. “Hissiyatımızda yalnız değiliz” diye.
Bu sahiciliği zedeleyen bir şey yok muydu?
Fazlasıyla vardı.
Bu söz asla boşlukta kalmaz: Ortadoğu’ya saplanmış paslı bıçak konumundaki terör devletinin başbakanı da oradaydı!
Bugüne kadar Siyonizmin devletinde bir tek cumhurbaşkanı veya başbakan gelmedi ki teröre bulaşmamış olsun. Her birinin eli çok sayıda masumun kanı ile renk almıştı. Kan dökme yarışında kim öndedir, tespiti öylesine zor!
İşte terörü tel’in maksatlı bir yürüyüşte o “devlet”in başbakanı da bulunuyor, gülücükler saçıyor, el kol hareketleri yapıyor. Sessiz yürüyüşün sahiciliğini âdeta yerle bir ediyor.
Herkes terörü lânetliyor, o terörist geçmişini olağanlaştırmak için gösteri yapıyor. Hatta daha ötesi, asıl saldırının Yahudilere olduğu imajını beslemek için Avrupa’daki Yahudileri İsrail’e davet ediyor.
Türkiye düşmanlığında çıta yükselten İngiliz basını ise Başbakan Davutoğlu’nun yürüyüşe katılmasını eleştirerek hedef saptırıyor. Independent Paris muhabiri John Lichfield, Başbakan Ahmet Davutoğlu'nu "Beklenmedik Charlieler" arasında saymış. 44 ülke temsilcisi arasında onun uygun bulmadıklarına bakın: Türkiye Başbakanı Ahmet Davutoğlu, Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov,
Macaristan Başbakanı Victor Orban, Gabon Devlet Başkanı Ali Bongo…
Fransız Le Monde muhabiri geri kalır mı? O da “öyleyse Beşşar Esad niye yok?” diye sormuş.
Diyelim ki, Türkiye dahil, bu ülkelerde basın hürriyeti, terörle ilişkiler konusundaki iddiaları ciddiye alalalım. Yani şöyle veya böyle sözlerinde hakikat aramaya mütemayil olalım.
Neden bunlar Benyamin Netanyahu’dan hiç söz etmiyorlar?
Onun karnesi çok mu parlak? Daha geçen seneki mutad Gazze saldırılarında 17 gazeteci öldürülmedi mi? Okullar hedef seçilip, çocukların ölümüne yol açılmadı mı? Ramazan boyunca Gazze halkı kan orucu tutmadı mı?
Terörü sistemli olarak mazlum bir halkı yok etmek için kullanan bir “devlet”in başbakanı görmezden gelinirken, Türkiye’ye saldırmanın anlamı ne olabilir?
Tek sebep bulunabilir: Netenyau’nun orada bulunuşunu normalleştirmek!
Takat ne mümkün. Hadi mızrağı çuvala sığıdırın bakalım!
Kampüs, yerleşke, külliye
Üniversiteler için Türkiye’de kampus kelimesinin ilk ne zaman kullanıldığını bilemiyoruz, ama ABD’de 1945’ten beri kullanılıyormuş. ABD mahreçli hocalar muhtemelen bunu tercih etti ve yaygınlaştı. Sonra öztürkçe diye “yerleşke” kelimesi uyduruldu. Türkçe zevkini ihlâl eden bir kelime!
Esasen “kamp” kelimesinden türetilen “kampus”ün batı dillerindeki ilk anlamı “ordugâh” veya “kışla”dır. Namık Açıkgöz hoca külliyenin günümüzü ifadede yeterli olmadığı, en kabadayısından bir cami, öğrenci barınakları ve müderris odalarını akla getirdiği görüşünde.
“Külliye”den önce “imaret” kelimesi kullanılırdı. Bir imarette, en azından cami, medrese, aşevi (sonradan imaret denilmiştir), hamam bulunurdu. Buna mukabil, Süleymaniye İmareti’nde neler var bakın: Cami, çeşitli medreseler, darülhadis (hadis okulu), darülkura (Kur’an okulu), tıp medresesi, darüşşifa (hastahane), mektep, imaret (aşevi), kervansaray, tiryaki çarşısı, darüzziyafe, hamam (ve türbeler). Bu haliyle külliye, ordugâh veya kışladan esinlenme “kampus”ten çok daha elverişli. Aynı zamanda, eğitim öğretimimizin kökleriyle irtibat kurmamıza fırsat veriyor.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.